Tefekkür Hayatına Dair*
Aziz Thomas Aquinas
(…) Şimdi şu dört sorgulama noktasına göre ameli hayatı tefekkür hayatı ile karşılaştırmalıyız: (1) Hangisi daha önemli veya daha üstündür? (2) Hangisi daha erdemlidir? (3) Ameli hayat, tefekkür hayatına engel olur mu? (4) Aralarındaki sıralama nasıldır?
(...) Efendimiz der ki (Luka İncili, 10:42): Meryem iyi olanı seçti ve bu kendisinden alınmayacak. Burada Meryem tefekkür hayatını temsil eder. Bu nedenle tefekkür hayatı ameli hayattan daha üstündür.
Cevabım şudur: Belli şeylerin kendi içlerinde daha üstün olmalarına hiçbir şey mani olamaz, ancak onlar da bazı hususlarda bir başkası tarafından aşılabilirler. Dolayısıyla buna tefekkür hayatının ameli hayattan açıkça daha üstün olduğunu söyleyerek cevap vermeliyiz: Filozof (Aristo)14 bunun böyle olduğunu sekiz sebep göstererek ispat etmiştir (Etik, X:7-8). İlkine göre, tefekkür hayatında insan içindeki en iyi şeye, yani zekâya ve uygun amaca, yani idrak edilebilen şeylere yönelir; oysa ameli hayatta harici şeylerle meşgul olur. Bu nedenle tefekkür hayatını temsil eden Raşel bu prensibin gören gözü olarak yorumlanmıştır; Gregorius’un15 dediği gibi (Magna Moralia, VI:37) ameli hayat da mahmur Lia tarafından temsil edilmiştir. İkinci sebep, yukarıda açıklandığı üzere (Q. 180, A. 8, ad 2; Q. 181, A. 4, ad 3) en üst derecede tefekkür söz konusu olmasa bile, tefekkür hayatının daha sürekli olmasıdır; bu nedenle tefekkür hayatını temsil eden Meryem sürekli Efendimizin ayaklarının dibinde oturur biçimde tasvir edilmektedir. Üçüncüsü, tefekkür hayatı ameli hayattan daha latiftir; Augustine bu sebeple (De Verb. Dom. Serm., CIII) Marta’nın dertli olduğunu ama Meryem’in bayram ettiğini söylemiştir. Dördüncüsü, tefekkür hayatında kişi kendi kendine yetme açısından daha üstün durumdadır çünkü bu amaç için daha az şeye ihtiyaç duyar, bu nedenle şöyle söylenmiştir (Luka İncili, 10:41): Marta, Marta, sen çok şey için kaygılanıp telaşlanıyorsun. Beşincisi, tefekkür hayatı daha çok kendisi için sevilir, ama ameli hayat başka bir şeye yönelmiştir. Bu nedenle şöyle denmiştir: Rab’den tek dileğim, tek isteğim şu: Rab’bin güzelliğini seyretmek, tapınağında O’na hayran olmak için ömrümün bütün günlerini onun evinde geçirmek (Mezmurlar, 27:4). Altıncısı, tefekkür hayatı zevkten ve dinlenmeden oluşur, denir ki: Sakin olun ve bilin ki Tanrı benim! (Mezmurlar, 46:10). Yedincisi, tefekkür hayatı ilahi şeylere uygundur, diğer yandan ameli hayat insani şeylere yöneliktir; bu nedenle Augustine (De Verb. Dom. Serm., XIV): “Başlangıçta Söz vardı (Yuhanna İncili, 1:1) demiştir: Meryem ona kulak veriyordu: Söz, beden olup aramızda yaşadı” (Yuhanna İncili, 1:14): Marta ona hizmet ediyordu. Sekizincisi, tefekkür hayatı insana en uygun olan şeye, yani zekâya yöneliktir; oysa ameli hayatın işlerinde hem bizde hem de hayvanlarda mevcut olan daha aşağı kabiliyetler rol oynar; bu nedenle “İnsanı da, hayvanı da koruyan sensin ya Rab (Mezmurlar, 36:6) sözleri uyarınca insanoğluna özgü olan eklenmiştir: Senin ışığınla aydınlanırız (Mezmurlar, 36:9).
Efendimiz, Meryem iyi olanı seçti ve bu kendisinden alınmayacak (Luka İncili, 10:42) diyerek dokuzuncu bir sebep daha eklemiştir; bu sözleri Augustine (De Verb. Dom. Serm., CIII) şöyle izah eder: Sen kötü bir seçim yapmadın ama o daha iyi bir seçim yaptı. Neden daha iyi? Çünkü bu kendisinden alınmayacak. Ancak ihtiyaçların yarattığı zahmet ortadan kalkacak: Ama gerçeğin letafeti sonsuzdur. (...)
2. İtiraza Cevap. Tefekkür hayatı belirli bir zihin özgürlüğü içerir. Gregorius (Hezekiel Üzerine Vaazlar, III) geçici şeylerin değil, ebedi şeylerin düşünülmesi sebebiyle tefekkür hayatının belirli bir zihin özgürlüğü sağladığını söyler. Ve Boëthius der ki (De Consolatione Philosophiae, V:II): İnsanoğlunun ruhu ilahi aklı izlerken daha fazla özgürlüğe ihtiyaç duyar, bedensel şeylere tenezzül ettiğinde ise daha azına. Bu nedenle ameli hayatın tefekkür hayatına doğrudan hükmetmediği açıktır, ama ameli hayatın bazı işlerini tefekkür hayatına hazırlık olarak öngörür; dolayısıyla da hizmet edendir, hükmeden değil. Gregorius ameli hayatın tutsaklık, tefekkür hayatının ise özgürlük olduğunu söylerken buna işaret eder.
3. İtiraza Cevap. Bazen insanoğlu güncel hayatın ihtiyaçları nedeniyle tefekkür hayatından ameli hayatın işlerine çağrılır, ancak tefekkürü tamamen terk etmeye mecbur olacak kadar değil. Bu durumda Augustine şöyle der (Tanrı’nın Şehri, XIX:19): Hakikate duyulan aşk, kutsal bir boş zaman gerektirir; hayır işlerine yönelik talepler ise sıkı bir çalışma altına girmeyi gerektirir; bunlar ameli hayatın işleridir. Kimse bu yükleri omzumuza yüklemezse, kendimizi hakikat konusunda araştırmaya ve tefekküre vermemiz gerekir; ama bu yükler bize verilirse onlara dayanmamız gerekir, çünkü hayır işleri bizden bunu talep eder. Yine de bu durumda bile hakikatın zevklerini tamamen terk etmemeliyiz, bu lezzetten kendimizi uzak tutarsak bu yük bizi boğar. Bu yüzden açıktır ki bir kişi tefekkür hayatından ameli hayata çağrılırsa bu bir eksilme biçiminde değil artış biçiminde olmalıdır. (...)
Böylece ikinci bahse geçiyoruz:
1. İtiraz. Ameli hayat, tefekkür hayatından daha erdemli gibi görülebilir. Erdem, hak edilmiş ödülü ifade eder ve ödül emeğin karşılığıdır. 1. Korintliler, 3:8 der ki: Herkes kendi emeğinin karşılığını alacaktır. Emek, ameli hayata aittir ve gerisi tefekkür hayatına aittir; Gregorius der ki (Hezekiel Üzerine Vaazlar, XIV): Tanrı yoluna dönen kimse ilk önce verdiği emekten dolayı terlemelidir; yani Lia’yı alsın ki böylece sonradan Raşel’in kollarında dinlenebilsin ve prensibi anlayabilsin. Bu nedenle ameli hayat tefekkür hayatından daha erdemlidir. (...)
1. İtiraza Cevap. Zahiri emek tesadüfi ödüllerin artışına yol açar; ama esas ödül göz önüne alındığında erdemin artışı asıl hayır işindedir, Hz. İsa aşkına harcanan zahiri emek bunun bir işaretidir. Ama bir kişinin bu hayata ilişkin her şeyden vazgeçmesi, kendini ilahi tefekkürle meşgul etmekten zevk duyması buna ilişkin çok daha anlamlı bir işarettir. (...)
(...) Gregorius der ki (Magna Moralia, VI:37): Tefekkür kalesini korumak isteyenler önce çalışma kampında eğitim görmelidir.
Buna benim cevabım ameli hayatın iki ayrı bakış açısından değerlendirilebileceğidir. İlki zahiri çalışmanın pratiği ve bu konudaki ilgi açısından: Açıktır ki ameli hayat tefekkürü engellemektedir, öyle ki zahiri işlerle meşgul iken kişinin kendini ilahi tefekküre vermesi mümkün değildir. İkinci olarak, ameli hayatın ruhun içindeki tutkuları susturduğu ve yönlendirdiği düşünülebilir ki bu bakış açısından ameli hayat tefekkür hayatına yardımcı olmaktadır çünkü insanın içindeki tutkuların aşırılığı tefekkür hayatını engelleyebilir. Bu nedenle Gregorius der ki (Magne Moralia): Tefekkür kalesini korumak isteyenler önce çalışma kampında eğitim görmelidir. Bu nedenle dikkatlice inceleyenler komşularına haksızlık yapıp yapmadıklarını, komşularının onlara yaptığı haksızlıklara temkinli biçimde göğüs gerip geremediklerini, ruhlarının geçici nesnelerin varlığıyla mutlu olup olmadığını ve bu nesneler yok olduğunda büyük acı çekip çekmediklerini öğreneceklerdir. Böylece ruhani şeyleri keşfetmek için kendi kendileriyle baş başa kaldıklarında maddi şeylerin gölgelerini hâlâ yanlarında taşıyıp taşımadıklarını veya bu gölgeler tarafından takip ediliyorlarsa gölgeleri ihtiyatlı biçimde kendilerinden uzak tutup tutamadıklarını bilirler. Böylece ameli hayatın işleri, tefekkürü engelleyen ve hayalleri artıran içsel tutkuları susturarak tefekküre vesile olur.
(…) Dolayısıyla, eğer insanoğlunun nihai mutluluğu tesadüfün eserleri denen zahiri şeylerde; bedenin niteliklerinde; his melekesi olarak ruhun niteliklerinde; akli meleke olarak ahlak erdemlerinin icrasında; zihinsel erdem olarak hüner ve basiret gibi eylemlerle ilgili olanlarda; bunların hiçbirinde değilse, elimizde kalan sonuç şudur: İnsanoğlunun nihai mutluluğu gerçeğin tefekküründedir.
Bu faaliyet sadece insana özgü olduğu için diğer hayvanların hiçbiri onunla o noktada iletişim kuramaz.
Tekrarlayalım. Bu durumun kendisinden başka hiçbir amacı yoktur: Çünkü hakikat üzerine tefekkür, bu faaliyetin bizatihi kendisi için gerçekleştirilir.
Tekrarlayalım. Bu faaliyetle insanoğlu kendinden yüce olanlarla bir olur, onlar gibi olarak: Çünkü bütün insan edimleri içinde yalnızca bu edim hem Tanrı’da, hem farklı tözlerde gerçekleşir. Ayrıca, bu faaliyet sırasında insan kendisinden yüksek varlıklarla temas kurar, mümkün olan her biçimde.
Bunların yanı sıra insanoğlu bu faaliyet için kendi kendine daha fazla yeterlidir, bu faaliyeti yürütmek için zahiri nesnelerin yardımına ne kadar az ihtiyaç duyduğunu görür.
İlave edelim. Diğer tüm insan faaliyetleri neticede bu faaliyete yönlendirilmiş gözükmektedir. Mükemmel tefekkür için vücudun tüm yüklerden kurtulması gereklidir ve hayat için gerekli olan tüm ustalık ürünleri bu amaca yöneliktir. Ayrıca tefekkür için tutkulardan kaynaklanan tüm kargaşadan kurtulmak gerekir; bu ise ahlaki meziyetler ve basiret ile başarılabilir ve üstelik medeni hayatın tüm düzenlemelerinin sebebi olan zahiri karışıklıklardan da kurtulmak gerekir. Yani meseleyi doğru biçimde ele alırsak, insana dair meşgalelerin tamamının gerçek konusunda tefekkür edenlerin hizmetine sunulduğunu görürüz.
Şimdi, insanoğlunun nihai mutluluğunun ilk prensipleri anlamayı temel alan bir tefekkürde olması mümkün değildir: Çünkü evrensel olması ve nesnelerin eyleme geçmemiş hallerindeki, yani henüz kuvvedeki bilgisini içermesi nedeniyle eksiktir. Ayrıca insanoğluna ilişkin araştırmaların başlangıcıdır ama sonu değildir ve hakikatin araştırılması yoluyla elde edilmez, bize doğadan gelir. Nesnesi en alt seviyedeki mevcudiyetler olan bilimlere dayalı tefekkürde de bulunmaz: Mutluluk, aklın en yüksek nesneleriyle ilişkili bir zihin faaliyetinden oluşmalıdır. Sonuçta insanoğlunun nihai mutluluğu ilahi şeylerin düşünülmesini temel alan bilgeliktedir. Bu nedenle açıktır ki insanoğlunun nihai mutluluğu, yukarıdaki argümanlarla da kanıtlandığı üzere, sadece Tanrı’ya ilişkin tefekkürdedir.
* Dominiken mezhebine mensup olan Aziz Thomas Aquinas (1225–1274) Orta Çağ Kilisesi’nin en büyük filozof ve teoloğuydu. 1323 yılında Aziz ilan edildi ve Papa V. Pius tarafından 1567 yılında “Melek Âlimi” (Angelic Doctor)16 ilan edildi. Summa Theologica ve Summa Contra Gentiles en önemli iki eseri sayılır. Aziz Thomas Aquinas’ın Summa Theologica eserinin İngilizce çevirisinden yapılan alıntılar, yayımcı ve telif hakkı sahibi Benziger Brothers, Inc. şirketinin izniyle yapılmıştır. II. cilt, s. 1942-5.
Aziz Thomas Aquinas’tan: Summa Contra Gentiles, çeviren İngiliz Dominiken Rahipler, III. cilt, I. bölüm, s. 78-9. Telif hakkı 1928, Burns Oates & Washbourne Ltd.; Burns Oates & Washbourne Ltd. izniyle yeniden basılmıştır.
19 Kasım 2011 Cumartesi
İsa Nasıl Babasız Doğdu?
Bu yazı çok değerli bir dostumdan alıntıdır.Benimde fikrim bu yazıdaki gibidir.Bu konuyu kurtlar sofrasına atıyorum ki,hataları yanlışları varsa ortaya çıksın.
İsa Nasıl Babasız Doğdu?
Nisan 27th, 2010
Evrenin başlangıcından beri olup bitenlerin bilimsel bulgularla örtüşerek anlatılması ve Allah’ın yasasında (sünnetinde) değişme olmayacağı göz önünde bulundurulduğunda tarihsel süreç içerisindeki bazı olaylarda fizik dışı imgelerin gerçekte fizik dışı olmadığı yorumu yapılabilir.
Bu yazıda bu düşünceden hareketle, İsa peygamber, Kuran ayetlerindeki imgeler kullanılarak değerlendirilip yorumlanacaktır.
Kuşkusuz bu yazı yalnızca bir “yorumdur”, gerçeği yalnızca Allah bilir.
İsa peygamberin babasız doğuşu, beşikte iken konuşması çoğu zaman doğaüstü olaylarla açıklanır. Hatta İsa peygamberin bu durumunun tam olarak anlaşılamamasından olsa gerek Hristiyan kültüründe “Allah’ın oğlu” olarak anlatılmıştır.
Kuran ayetlerindeki imgeler ve bugünkü bilgilerimiz ışığında konuyu farklı bir açıdan incelemek istiyorum.
MERYEM’İN DOĞUŞU
Sıradışı olarak değerlendirilen İsa peygamberin doğumunu incelemeden önce bir adım geriden, annesi Meryem’den başlayarak incelemek ve sıradışılığın başlangıcına göz atmak gerekir.
3/36 Onu doğurunca -Allah onun ne doğurduğunu daha iyi bildiği halde- şöyle dedi: “Rabbim, onu kız olarak doğurdum ve erkek, kız gibi değildir. Adını Meryem koydum onun. Onu ve soyunu, kovulmuş şeytandan sana sığındırıyorum.”
3/37 Allah, onu güzel bir kabulle kabul etti ve onu güzel bir bitki gibi besleyip büyüttü. Onu, Zekerriya’nın kefaletine verdi. Zekerriya, mihrapta onun yanına her girdiğinde, orada bir rızık bulur ve sorardı: “Meryem, bu sana nereden?”Meryem de: “Bu, Allah katındandır; çünkü Allah dilediğini hesapsızca rızıklandırır.” derdi.
Birinci ayette İmran’ın karısının erkek beklediği halde kız doğurmasına şaşırması olağandır. Ancak “Allah onun ne doğurduğunu daha iyi bilmektedir” ifadesi ile tekrar “erilliğe” dikkat çekiliyor. Sonraki ayette “bitki gibi” ifadesinden de esinlenerek doğan çocuğun hermafrodit olduğu düşünülebilir.
Hermafroditlik, çift cinsiyetlilik olarak bilinir. Canlıda hem eril hem de dişil üreme mekanizmaları mevcuttur. Doğada bu özelliklerde hayvanlar ve bitkiler bulunmakla birlikte memelilerde nadiren olsa da görülmektedir.
Bir gebeliğin normal sürecinde canlı “dişi gelişim” gösterir. Ancak erkek yönde bir gelişim için gonadın HY ve TDF antijenleri ile uyarılması gerekmektedir.
Hermaforditizm dişil gelişim gösteren bir canlının Y kromozomu da barındırması olarak tariflenir. Yani bir dişide XX bir erkekte XY kromozomları varken hermafroditlerde XXY vardır.
Dişi Yalancı Hermafrodit ve Erkek Yalancı Hermafroditlerde durum farklıyken gerçek Hermafroditlerde XXY bulunur ve bu durum eşeysiz üreme için yeterli altyapıyı sağlamaktadır.
Ayette, “Erkek” beklendiği halde bir “kız” doğması ancak bu ifadenin Allah tarafından düzeltilmesi, Meryem’in hermafrodit olabileceğini düşündürmektedir.
Yorumun devamı Meryem’in hermafrodit olduğu varsayımı ile şekillendirilecektir.
ZEKERİYA’NIN DUASI
Zekeriya peygamberin dua ederek neslinin devamını sağlayacak ve halkına önder olacak birini istediğini Kuran’dan öğreniyoruz.
19/4 Şöyle demişti: “Rabbim, işte karşındayım. Kemik gevşedi bende. İhtiyarlıktan başım beyaz alevle tutuştu. Sana yakarma konusunda ise Rabbim, hiç bedbaht olmadım.”
19/5 “Ben, arkamdan gelecek yakınlarımdan endişe ediyorum. Karımsa kısır. O halde, katından bana bir dost bağışla;
19/6 Ki hem bana mirasçı olsun hem de Yakub hanedanına mirasçı olsun. Ve onu hoşnutluğunu kazanmış bir kul eyle, Rabbim.”
Devam etmeden önce dua konusunda bir hatırlatma yapmakta yarar var. Kuran genelinde incelendiğinde “dua” içerisinde bir “yorulmayı” barındırmaktadır. Yani “dua” edilen şey için bir yorulma, uğraşma gerekmektedir.
Zekeriya peygamberin duasının kabul edildiğini hemen arkasından gelen ayetlerden anlayabiliyoruz.
19/7 Ey Zekeriyya! Biz sana bir oğul müjdeliyoruz; adı Yahya, daha önce ona hiç kimseyi adaş yapmadık.
19/8 Dedi: “Rabbim, benim için oğul nasıl söz konusu olur? Karım, doğurganlığını yitirmiştir, bense yaşlılığın gerçekten en ileri basamağına ulaştım.”
19/9 “Bu budur.” dedi. Rabbin şöyle buyurdu: “Onu yapmak benim için çok kolaydır. Nitekim daha önce de sen hiçbir şey değilken seni yaratmıştım.”
19/10 Dedi: “Rabbim, bana bir belge,işaret ver.” Dedi ki: “Belgen,işaretin, tastamam üç gece topluma hiç konuşmamandır.”
MERYEM – ZEKERİYA İLİŞKİSİ
Meryem’in Doğumu başlığında verdiğim 3/37 ayetinde Meryem’in kefaletinin Zekeriya’ya verildiğini okuyoruz. Peki, annesi ve babası olan Meryem’in kefaleti Zekeriya’ya nasıl ve neden veriliyor?
3/44 Bunlar, sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Meryem’e hangisi kefil olacak diye zar atarlarken sen onların yanında değildin; çekiştikleri zaman da sen onların yanında değildin.
Bu ayette çevirmenler Zekeriya peygambere zar, barbut vs gibi oyunlar oynattırsalarda ayetin orijinaline baktığımızda “kalemlerini atarlarken” (yulkune aklamehum) ifadesini görürüz.
Hermafrodit doğan Meryem’in durumundaki farklılıktan ötürü toplumun, tıp alanında önde gelenleri “kalemlerini” yani sahip oldukları ilimle önerilerini ortaya koyuyorlar.
Ortaya sunulan bu düşüncelerden Zekeriya’nın “kaleminin” güçlü olduğunu ve “kefaletin” Zekeriya’ya verildiğini 3/37′den anlıyoruz.
Karısı doğurgan olmayan Zekeriya ve hermafrodit olan Meryem böylece bir araya geliyorlar. Zekeriya, ortaya koyduğu ilmi gereği Meryem’i alarak çalışmak üzere (duası için yorulmak üzere) çekiliyor.
İSA’NIN BABASIZ DOĞUŞU
Zekeriya, Meryem’in hermafroditliğini inceleyerek, taşıdığı yumurtayı, aynı şekilde kendi vücudunun ürettiği sperm ile dölleme üzerinde çalışıyor. Deney ve çalışmaların sonucunda Zekeriya, Meryem’in vücudundaki yumurta ve spermi döllemeyi başararak Meryem’in, kendisine bir beşer dokunmadan hamile kalmasını sağlıyor.
Zekeriya’nın bir hermafroditi kendi vücudunun ürettiği yumurta ve spermi kullanarak gebelik başlatmasına rağmen, sonucun başarılı ya da başarısız olup olmayacağı bilinemiyor.
Doğum zamanı geldiğinde Meryem’in başarılı bir doğum yapması, yani baba olmadan sadece kendi vücudundan bir gebelikle çocuk doğurması şaşkınlıkla karşılanıyor.
Zekeriya’nın kendisinden sonra bir peygamber olarak toplumuna önderlik etmek üzere çocuk istemesi, Meryem’in kefaletinin kendisine verilerek, babasız bir gebelikle İsa’nın doğmasını sağlaması ile sonuçlanıyor.
Meryem’in beşikteki İsa’yı göstermesi, bebeğin gerçekten de ağzını açıp konuşmasını değil, tüm bu yapılanların “gerçekliğinin kanıtı” olmasını gösteriyor.
Bunu şöyle örneklendiriyorum.
Uçan bir arabayı hiç göstermeden sürekli “Uçan bir araba yaptım” dediğinizi düşünün. Sözünüzün hiç bir değeri olmayacaktır. Ancak “Uçan bir araba yaptım” deyip, ortaya uçan bir araba koyduğunuzda “araba konuşur”, ortaya koyduğunuz şey, yaptığınız işi anlatır…
Zekeriya’nın öne sürdükleri (attığı kalem) İsa’nın doğması ile gerçekleşmiştir, yani ortada olan çocuk “konuşmuş” ve öneriyi bilmeyerek Meryem’e iffetsizlik yakıştırması yapanlara da öneriyi bilenlerede “işi anlatmıştır.”
Özetle; Meryem, Zekeriya’nın kefaletinde tıpkı bitkiler gibi “eşeysiz” olarak üremeyi başararak aynı zamanda dünyaya getirdiği “erkek çocuk” ile Zekeriya’nın duasının da nasıl kabul edildiğini göstermektedir.
Bazı konularda ki fikirlerim henüz netlik kazanmadı.Aklımda muğlak kalan noktalar var.
Şu açıdan var;
Ben bu Kuran'ın bildiğimiz Kuran algısını sunmadığı konusunda kesinlikle ikna oldum.Hiçbir klasik düşünceli gibide anlamıyorum. Kafamda muğlak kalan şey şu.Bu Kuran tek bir olayı mı anlatıyor,yoksa dönem dönem değişik zamanlarda gelen peygamberleri mi anlatıyor henüz netleştiremedim.Ama bana öyle geliyor ki sanki tek bir olayı anlatıyor.Örneğin bu İsa olayı sanki Adem olayını anlatır gibi geliyor bana.Yani sanki sürecin ilerisi gibi görünen ve öyle algılanan İsa ile kasıt belkide en başı anlatıyordur.İsa'nın kelime anlamının yaşayan olduğunu düşünürsek belki sizede yakın gelebilir.Öte yandan başka başlıkta anunnakiler-gökten gelen Tanrılar diye bir başlık açmıştım.Orada gökten gelenlerin , primatların genleri ile oynayarak insanı var ettiğini yazıyor.Sümer metinleri bunu bu şekilde açık açık yazıyor.Biliyorsunuz İsa'ya ''Mesih'' diyorlar.Mesih kelimesini ''mesh'' kelimesinden düşünürseniz,anlamı mes edilen,dokunulan demektir.Bu anlam itibari ilede yaşamına dokunularak sahip olmuş bir varlığı ifade ettiği düşünülebilir.Demem o ki,dünyada binyıllardır karman çorman olmuş mitler dönüp duruyor.Bir 12 sayısıdır gidiyor.Acaba diyorum Kuran eski mitlerle aynı şeyi mi anlatıyor.Eski mitleri tabi anladığımız gibi düşünmeyin.örneğin eski mitlerde bir Tanrı ifadesidir gidiyor.Sümerler Tanrı ifadesini gezegenler için kullanıyor.Örneğin Tanrı Marduk ile Tanrı Tiamat ( mars-jüpiter arasındaki yok olmuş gezegen ) arasındaki savaşı anlatırken bunu anlatıyor.Bu iki gezegenin çarpışmasını betimliyorlar.Tanrı Marduk yaklaştı,yaklaştıkça öfkelendi.Sonra tiamatı tutup savurdu derken bahsettikleri şey bu çarpışmayı anlatmakta.Yani bizim anladığımız uyduruk mitler gibi değil anlatımları.Savrulan tiamat dediği ise, Dünyamız ve Ay.Bu çarpışma sonucu mars-jüpiter arasındaki gezegen parçalanıyor.Kalan 2 büyük parçasının büyüğü dünyamız,diğeri ayımız olarak bugün kü yörüngesine oturuyor.
Neyse,işte böyle.Yani Kuran elli değişik zamanı değilde,hepsini bir arada mı anlatıyor diye düşünüyorum.Ama çözümlemiş değilim.Fakat bu ihtimal benim kafamda oldukça yüksek.Bu Meryem-İsa örneğide Adem meselesi ile birebir örtüşen,belkide Adem sonrasını değil,doğrudan Adem öncesini örnekleyen bir anlatım olabilir.Yani bu konuda henüz bir kesin kabulüm yok ama böyle düşüncelerimde var.
Meryem hermafrodit zaten.bana göre bunda bir şüphe yok.Doğum sahnesinden ve hemen ardındaki ''bitki gibi'' kabul edilmesinden bu açık.Çok kesin olmamakla birlikte Meryem kelimesi rahim ağzı anlamıda taşıyor olabilir.Enteresan olan zekeriya ismininde ''erkek cinsel organı'a'' çok benzemesi.Erkek cinsel organına ''zeker'' denilir.
Belkide biz hala ne anlatıldığına uyanamadık Kuran'da.Kelimeleri öyle dejenere ettiler mealleri öyle saptırdılar ki, belki arada kaç kelimesi saptı gitti. Yine çok iyi bağlantı kuramasamda kafamda bir yere varmayan bağlantıların ışığı yanıp yanıp sürüyor. Örneğin Zekerriya, mihrapta onun yanına her girdiğinde, orada bir rızık bulur ve sorardı ifadesinde kast edilen cinsel bir birleşmemidir ? Kelimelerin kökleri garip olduğu için insan acaba hiç anlamadığımız bişey mi anlatıyor diye düşündürüyor.Yani ortada ne bir meryem isminde kadın,nede zekeriya isminde bir erkek yok belkide.Bizim 1400 yıllık külliyatımız aklımızı öyle bir şartlandırdı ki belkide bu şartlanmışlık yüzünden hiçbişeyi göremez olduk.Ama bunlar tabi delilsiz ve anlık düşünceler.Sadece acaba ifadeleri.Henüz sadece kafamda çakan anlık,sonuçsuz delilsiz düşünceler.
Ben demiştim. Başkaları da dediyse bilemiyorum.
Alıntının yazarını tanıyorum. Öylesine bir yazı değildir. Üzerinde düşünülmüş çalışılmış bir çıkarımdır.
Ancak hermafrodit insanlar kısırdır. Kendi kendini de dölleyemezler.
Meryem'in hermafrodit olması demek, illa da kendini dölledi demek değildir.
Burada anlatılmak istenen şey, Meryemin hermafrodit doğup kimlik bunalımı yaşadığı ve kendini toplumdan tecrit ettiğidir. Zaten anası da şaşmıştır, "erkek kız gibi değil" der.
Ancak, konu neticede kadın hormonlarının ağır basarak bir cinsel ilişki sonrası erkek çocuk sahip olduğudur.
Bunlar kendi çıkarımımdır.
Kuran sıradan günlük gözlemlenebilir mevzular içerir, öyle mucize aramaya gerek yoktur.
Daha önceleri mucize gözüyle bakılan İsanın doğumunu gayet sıradan olduğu anlatılmak istenmiştir.
Bir din "Tanrının oğlu" derken, diğeri "babasız doğdu" der, ama Kuran "babası da anası da kabak gibi vardı" der.
Bakmak var görmek var, bir de gördüğünü akılda birleştirmek var... Hermafrodizm ikiye ayrılır, gerçek ve yalan diye...
Sen hangisini soruyorsun?
Çünkü "gerçekler" dölleyemez de döllenemez de...
Ancak, "yalancılar" dölleme ve döllenme yeteneğine sahip olabilirler.
Konuyla doğrudan da ilgili değil aslında. Meryem kendini döllemedi, mümkün değildi.
Kuran verileri ışığında,İsa'nın babasız doğduğunu dikkate alırsak bu çıkarım ne kadar sağlıklı olur Afrodit ?
Kuran'da babasız denmiyor ki İsa için.
Sadece "bu ana kadar bana hiç bir beşer dokunmadı" der Meryem, başka da bir noktacık bile veri yoktur.
Hel Cebrailin gelmesi v.s., hepten hayal gücü. Meryeme Ruhumuzu gönderdik(!) der, indirdik falan demez.... O ruh da ona DOKUNMUŞTUR. (temas)
İŞte o dokunmayan beşer aha dokunmuştur. Dokunan erkektir, Meryem de kadındır. Bunların hepsi bir evlat uğrunadır
Doğru söylüyorsun Afrodit ama ayeti daha dikkatli okumak gerekiyor bence.Çünkü Kuran'da aynen söylediğin şekilde geçen cümle , meryem'in çocuğu olması konusunda söyleniyor.Yani durum yadsınıyor.Bana bir beşer dokunmadan benim nasıl çocuğum olur deniyor.
Meryem, benim nasıl oğlum olabilir ki hiç bir kimse, henüz bana dokunmadı demişti, hem kötü bir kadın da değilim ben.
Henüz hiç bir beşer dokunmadı, yok ilişkim, kimseyle ilişkiye girmedim der. (özellikle erkek demez)
Zaten gelen ruh da beşer olarak gelmiştir. Gelen ruhun cinsiyet tabiri hiç yok. Özellikle beşer tabiri kullanılmış.
O ana kadar hiç dokunan olmamıştır, zaten tecrit etmiştir kendini toplumdan. Tamam diyor beşer, öyledir, anlıyorum ama bu çocukla insanları aciz bırakacağız (mucize) diyor.
Meryemin ilk cinsel tecrübesi olduğu bariz ama son muydu bilemiyorum. :)
Yani Muhammed olayın vahyini bariz almış. Yok diyor İsa Tanrının oğlu falan değil, basbayağı cinsiyet bunalımıyla kendini tecrit etmiş biri, sonrasında kendiyle temas eden bir beşerden hamile kalır ve İsa doğar.
Budur.
Bir boş anımda, Meryem için taa ki, hamile kaldığı ana kadar hiç kadın diye bahsetmiş mi acaba...
Zekeriye Meryemi himaye ederken özellikle ÇİÇEK gibi baktı deniyor. Burdan onun kadın olmaya itildiği açık.
Bu arada Zekeriya'ya da aynı anda oğlan müjdelenmesine dikkat :)
Yahya ve İsa...
İsa eğer babasız doğmaduysa ne özelliği var?
İsa bir işaret olması için yaratılmadıysa,
sıradan göbeğini kaşıyan biriyse ,
bunca tantana neden koparılıyor?
Sevgili afrodit illa kuranı akla mantığa uyduracam diye ''taca çıkmış top'' gibi oluyorsun.
Mesela şu kaynak:
3/37: “Bunun üzerine Rabbi onu güzel bir kabulle kabul etti ve onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi. Zekeriya'yı ondan sorumlu kıldı. Zekeriya her ne zaman mihraba girdiyse, yanında bir yiyecek buldu: "Meryem, bu sana nereden geldi?" deyince, "Bu, Allah Katındandır. Şüphesiz Allah, dilediğine hesapsız rızık verendir" dedi.”
Ayette Zekeriya'nın , Meryem üzerinde sorumlu olduğundan bahsediliyor.. O zaman diyebiliriz ki; “demişti ki ben yalnızca rabbimden gelen bir elçiyim, sana tertemiz bir erkek çocuk müjdelemek için buradayım.” Ayetindeki elçi Zekeriya peygamberdir. Öyleyse İsa’nın babası Zekeriya peygamberdir diyebiliriz ve çocuğu müjdeleyen odur, yani çocuğun babası..
Peki senin tersi olduğuna dair kanıtın nedir...
Yarim hekim candan, yarim imam dinden eder derler ya Nesren ben cok yarim Imam'a rastladim sanirim ama senin imamlarinda pek saglam pabuc degil uyarayim. Isa konusunda konusmak icin önce Isa'yi hristiyanlarin tanidigi sekliyle taniman gerekir yoksa kilavuzu karga olanin hesabi Kuran'dan baslarsan ise böyle sacmalarsin.
Bu konudaki tek mantikli mesaj dei'den gelmis eski yunan miti hermafrodit.
Ama isin asli -ki eger önce Isa'nin varligini ispat edebilirsen- hristiyanlara göre Isa 12 kardesin en kucugu ve meslegi marangozluk, bildigin carpenter yani. Isa ile ilgili filmlerde kardesleri es gecilemesede cok fazla yerde verilmez 12 kardes yerine 12 havari yerlestirilir hemen. Ne mubarek hermafroditmiski bu Meryem 12 kere cocuk dogurabilmis, ayrica ne erkekmis zeker ki pardon zekeriya 12sininde babasiz dogduguna inanabilmis. Yahudilere görede bildigin tapinak orospusu, tapinaktaki rahiplerden peydahlanmis Isa, ama ha rahip, ha allah ne farkeder.
Bana sorarsan bildigin Istanbul'lu Isa. Bu konuda bir baslik bile acabiliriz seninle. Evet bildigin Istanbul'lu. Dogrusu Anadolu'da muhtemelen Nigde civarlarinda dogan bir mitten ve inanirlarindan etkilenen dogu roma imparatoru, Istanbul'da hristiyanlik dinini resmen kurdu, Iznik'te kitabini yazdirdi Kudus'u memleketi yapti, Romalilarda ganimetten pay Vatikan'i dinin merkezi ilan etti petrus diye birini uydurarak. Dikkat edersen haristiyanlikla ilgili dunya uzerinde en cok kalinti dogu roma topraklarinda bulunmaktadir.
Geriye eski roma'nin tanricalarini, tanrilarini ve geleneklerini eklemek kaldi yeni dine ki cok fazla itiraz olmasin, hani hermes afrodit, meryem hermafrodit ayrica Maria Kybele'nin izdusumu vs... En fazla itiraz yine anadoludan belki biraz daha guneyinden Suriye'den yani suryanilerden geldi halada Suryani'ler Suryani'dir hani bildigin mahlemizdeki hos Suryani.
Bu Suryani'lerin isyankarlarinada musluman diyabilirsin rahatlikla. Ki o dönem hem eski tanri tanricalara tapan putperest araplar yeni gelen bu isa masalinida cok sevmislerdi ayrica birde buyuk hint etkisi vardi inanc ve ibadetlerinde. Nasil eski romanin pagan tanri/tanricalari hristiyanlik icinde eritilip yeni bir din olusturulursa ve bunu Kudus'ten cikma bir dinmis gibi gösterirlerse, mezepotamyanin isyankarlarida ayni taktikle yeni bir din olusturup butun bölge inanclarini bir potada eritip adini kimsenin duymadigi bir yerin yani Mekke'nin eski hikayelerinden yararlanarak komplike bir din ortaya koyarlar.
Kafan daha fazla karistiysa ayri ayri izah ederim sana ama vaktim kisitli o yuzden uzun surer sabrin varsa sen sor ben aciklayayim...
''Yarım doktor candan,yarım iman dinden'',''İsa'ya hristiyanların gözüyle bakabilmen gerekir''falan derken,bu bakışa sahip olduğun,güzel bi başlangıç yaptığın düşünülebilir gibi geldi.
Ancak ''bu meryem neymişki 12 çocuk doğurabilmiş''deyince,bi gökdelenin tepesinden çakılır gibi yere çakıldın.tam bir kara cahil olduğunu gösterdin.Yazının ilerleyen bölümlerindeyse,başta saygın ateistleri bile öfkelendirecek ,tartışma adabından,insana saygı kültüründen,doğru bilgiden uzak,hiçbir kaynağı olmayan mesnetsiz,hayali bi takım iddialarla da,çakılmaklada kalmayıp,yerin dibine geçmişsin üstelik.
Ben her düşünceye açık,her görüşü ciddiye alan bir insanım.Ancak hiçbir dayanağı olmadığından emin olduğum,sadece öyle olmasını arzuladığın için öyledir dediğin ipe sapa gelmez saçmalıklarla dolu senin bu yazdıkların malesef.
''İsa yaşamışmıdır,yaşamamışmıdır tartışılır'' veya ''İsa'nın babasız doğmuş olabilmesi kabul edilemez'' gibi yaklaşımlarına saygı duyarım.Çünkü bu bilimsel bir yaklaşım.Bizde bu konuları değerlendirip bi kanıya varmak için çalışıyoruz.Ancak böyle doğru bilgiden uzak ve antietik yaklaşımlar,sempati değil antipati uyandırır kanısındayım.
''Hristiyanların gözüyle bakabilmelisin'' derken,İncil'i ve diğer hristiyan kaynaklarını kastediyor olmalısın.Ancak ne İncil'de ne diğer hiçbir hristiyan kaynağında,İsa'nın kardeşlerini Meryem'in doğurduğu yazmaz.Yani İncil'e göre İsa'nın kardeşleri,Meryemin eşi Yusuf'un,daha önceki eşinden doğan üvey kardeşleridir.İşte hristiyan görüşü budur
Yahya ve İsa birdir.
Zekeriya İsanın babası, Meryem de Yahyanın annesidir bu durumda.
Bunda şaşılacak en ufak bir şey yoktur.
Gayet sıradan basit bir durumdur...
Kuran'da mucize falan da yoktur.
İsanın babasız doğduğunu hiç bir kere demez Kuran. Bu Hristiyanların uydurması ile İslam dinine girmiştir.
Müslümanların buna inanmasının en gerekçeli nedeni ise, tüm peygamberlerin babasıyla anılmasının yanı sıra sadece İsa'nın anası meryem ile anılması ve babasının adının hiç bir yerde geçmemesidir.
Tüm bunların yanı sıra Kuran'da geçen isimler, kişilerin kimlik isimleri değil taşıdıkları vasıflara ait sıfatlarla bütünleşmiş seslenişlerdir.
Muhammed'in gerçekte adı Muhammed olmadığı gibi, İsa'nın adı da İsa değildir. Bunlar sıfatlarıdır.
Ama Kuran'ın mucizevi ifadeler içermiyor olması müslümanlar kadar bazı ateistleri de hayal kırıklığına uğratmaktadır.
Bunu ilk anladığınızda bir müslüman olarak yaşadığınız hayal kırıklığı zamanla yerini daha sağlam ve mantıklı sorgulamalara bırakacaktır.
Tüm müslümanlara tavsiyemdir, korkmayın. Her müslümanın başına gelebilir :D
Afrodit,
Yahya = İsa'dır. Bu doğru.
Peki aynı mantınla Zekariya = İmran olmuyor mu ?
Bu durumda Zekeriya , meryem'in babası olmuyor mu ? Nasıl oluyorda İsa'nın babası Zekeriya oluyor o zaman ?
Beyinsiz ateistlerin aslında bizim dilimizden anlaması mümkün değil.Senin dediğin doğru aslında.Bizi bunlar anlayamazlar.
Kuran her sahneyi ikişerli olarak anlatır.Bu Kuran'ın yapısal özelliğidir.Bu kitap ikişerli benzer anlatıma sahiptir.İki ana kümeden oluşur.Ve olayları bu iki kümeden benzer şekilde karşılıklı anlatır.Onun içinde Kuran'ı okurken ikişerli okumak gerekir.Yani karakterlerin ikizleri
Zümer 23
Allâh, sözün en güzelini, birbirine benzer, ikişerli bir Kitap halinde indirdi. Rablerinden korkanların, ondan derileri ürperir, sonra derileri ve kalbleri Allâh'ın zikrine yumuşar. İşte bu (Kitap) Allâh'ın rehberidir. Dilediğini bununla doğru yola iletir. Ama Allâh kimi sapıklığında bırakırsa artık ona yol gösteren olmaz.
Bazıları görmek konusunda oldukça sıkıntı çektiği için mümkün olan en büyük şekilde göstereyim dedim. Bazıları amann ne diyor bu diyebilir, ne ikişerliisi lan diyebilir, saçmalama diyebilir.
Bunlar kimin umurunda ki : ) Eleştirdiğin,karşı durduğun kitap diyor ki bak oğlum ben ikişerliyim.Öküz gibi burnunun dikine gidersen bir halt anlamazsın,salak salak konuşursun. Ama ne fayda : ) Öküz öküzdür : )
Hicr 87
Andolsun sana ikililerden yedi ve bu büyük Kur'ân'ı verdik.
alala yine ikili ( doğrusu ikişerden yedi : )
Daha Kuran'ın birşeyi nasıl anlattığını anlayamayan zekasız ateistler yada klasikçiler hangi akılla Kuran hakkında fikir yürütüyorlar ?
Bunu göremeyecek kadar kör olan,bunu göremeyecek kadar burnunun dikine giden hiçbir halt anlayamaz ! Hele ki böyle konuları hiç anlayamaz !
Kur'an'ın yarısı bu ikişerli yapıdan bahsediyor haberleri varmı acaba ? İbrahimin topukları üzerine doğrulttuğu şey dahil bu ikişerlidir.
Bunu anlayamayacak kadar kör olanlar bizimle bu konuda nasıl tartışacak acaba ? Siz biraz cesur olun yeter. Sizin akılsız cesaretiniz ile sizin aklınızı alırız.
:) Herhalde sadece onlar değil.
Adem-eyyub
Zekeriya - imran
Süleyman-zülkarneyn.
İsa-yahya
ve diğerleri.Sadece isa ve yahya değil anlayacağın.
Zekeriya mihrap'te serilmiş serpilmiş Meryem'i görünce bana bir oğlan diyor:)
Kız sana bu meyveler sana nerden geliyor diyor.Kız hepsi senin mi vakası yani.
Meryem'de benim oğlummu aman tanrım diyor :p
İşi pişiriyorlar.
Ve Yahya İsa doğuyor.
Neyse yobaz yahudiler tapınağa adanmış bir kızın hamile olmasına ve bunun Zekeriya'dan olmasına dayanamazlardı zaten.Hem Zekeriya hem Meryem bunu saklıyor.
Konuya keşke biraz hakim olarak yazılınsa. İsa'nın babasız olduğu Roma uydurmasıdır. Yazık bu seviyeye, biraz okuyun artık , okuyun.
Delinin biri kuyuya taş atmış ne ateisti ne dincisi çıkarabiliyor.
İlla müdahalemi edelim. :D
Kavga gürültüye gerek yok, hep beraber makul ve mantıklı olanı arıyoruz.
Ateist ya da dindar farketmez.
Neticede aklen hepimiz hem fikiriz ki dölleyen ve döllenen olmadan çocuk sahibi olunamıyor, ki mevzu tam da milat yani 0 tarihi... Bundan yaklaşık 2010 yıl öncesi...
Ve mevzu olan aktarım ise 1400 yıl öncesine ait...
Şöyle gidelim. Kuran kitabında, İsanın babasız olduğuna dair bir ifade var mı? İma demiyorum, ifade, ayet, söylem, bariz anlatım var mı?
Bence yok. Hiç de olmadı.
Muhammed sıfatlı kişi de o Tanrının oğlu efsanesini yerle bir etmiştir aslında... Ve düşünün ki binlerce insan da onun ardından gitmiş ve "evet İsa Tanrının oğlu değildir" diyebilmiştir.
Bugün için bu durum bize sıradan gelse bu tabunun yıkılması cesaret işidir.
Bunun yanı sıra sorulması gereken ilk soru şudur: Peki babası kim?
İsanın babası vardı demek İsanın babası yoktu demekten milyon kere daha gerçektir.
Meryem 34:
İşte, Meryem oğlu İsa böyleydi. Hakkında kuşkuya düştükleri konunun gerçeği budur.
İsanın babası olduğundan emin olduktan sonra, Kurana tek bir kere bile göz ucuyla bakmanız yeterli, o baba Zekeriyadır.
Birde kuranda şunu der.
İsanın durumu tıpkı Ademin durumu gidir.
Peki bundan ne anlamamız gerekir?
Selam ederim.
İyi de o ayette (Ali İmran 59) "Allah'a göre ...." der...
ALLAH'a göre İsa'nın örneği, Adem'in örneği gibidir; topraktan biçimlendirdikten sonra ona "Ol," dedi ve o da oldu.
Bu, Rabbinden gelen gerçektir; kuşkulananlardan olma.
Sana gelen bu bilgiden sonra her kim bu konuda seninle tartışırsa, de ki: "Gelin, çocuklarımızı, çocuklarınızı, kadınlarımızı, kadınlarınızı çağırarak bizlerle sizler bir araya gelelim ve sonra ALLAH'ın lanetinin yalancıların üzerine olması için lanetleşelim.
İsa'yı da aynen Adem GİBİ topraktan yaratıp ol dedim diyor...
Bu bilgiye sıkı sarıl, kuşku duyma, bu bilgiden sonra halen konuyu tartışan (hacceden) olursa, çağırın tarafları, herkesi, artık kim yalancıysa onu lanetleyin diyor...
Afrodit,senin düşüncene göre adem=isa ise,ve bunların varlığında bir sıkıntı yok ise bu durumda adem=sen,adem=Muhammed vs gibi denklemleri rahatlıkla kurabiliriz.Bu İsa'nın durumu ile Adem'in durumu aynı.Aynı noktaya işaret var.Neden yaratıldığınıda tartışmıyoruz.Nasılını tartışıyoruz.Bu durumda madem İsa normal bir ilişki ile vucut bulmuş.O halde neden sadece isa'nın durumunu Adem ile eşitliyor Kuran ? Özellikle İsa ile eşitlik kuruluyor. Bana göre İsa'nın durumu,birebir adem'in durumunu anlatıyor.Yani bu ayet en başta ki yaratılış şeklini işaret ediyor.Yani Nisa 1 ve Araf 189 da ki tek nefse kadar uzanan bir mantığı olmalı değil mi ?
Afrodit,
köpek bile koyduğu kemiğin yerini biliyor.Düşün,Atatürk'ün yeri belli izi belli.Padişahların belli.Büyük adamların belli.Düşün ki bir peygamber gelecek ve insanlar onun herşeyini anlatacak.yediğinden içtiğine kadar dizeleyecek.Ama nerede yaşadığı bile belli olmayacak.Mezarı olmayacak.Hadi İsa'nın mezarı yok.Hangisinin var ? Hangisinin işareti var ?
Süleyman'a saraylar hamamlar yapıldığı yazıyor.İnanılmaz bir güç olduğu yazıyor.Ortada bir biblo bile yok ! Nerede bu süleyman ? Nerede cinn diye bize kakaladıkları bizden çok hızlı ve güçlü varlıkların inşaaları ? Nerede Süleymanın saltanatı ? Nerede ülkesi ? Nerede onun tarihi ? Kimdir ? Nerede yaşamıştır belli mi ? Ama sümer krallarının bile yeri belli izi belli.Ama kuran peygamberlerinin belli değil.Bu bile düşünmeye değer değil mi ? Hadi hepsini geç.İsa marangozdu,garibandı de.Peki ya davut ? Ya Süleyman ? nerede bunların izleri ?
Kuran bildiğimiz şeyi anlatmıyor.Biz henüz onu adam akıllı anlayamadık
Süleyman kimdir ?
Kuran'dan baktığında Süleyman korkunç güçleri olan biridir.Ama süleyman'ı kişiselleştirdiğin zaman bir adam olur.Ama isminin anlamı ile okuduğun zaman TESLİM ALAN demek olur.Bu teslim alan,melikeye birşey gönderir.Ona TESLİM OL der.Korkunç orduları vardır.TESLİM ALABİLECEK gücü vardır.Melikeye attığı mektupmudur ? KİTABUN KERİM'midir ?
Melike onu nasıl okumuştur ? BESMELE ile değil mi ? Kuran nasıl başlar ? Besmele ile değil mi ? Yani Kuran kendi içinde nasıl atıldığını bile yazar.Süleyman bir insan değil.Bu dünyada değil.Bizim gücümüzde değil.Süleyman bir RAB !
Bir yönetici.Bu hali ile bakınca mitlerden pekte uzak durmuyor.Üstelik dünya bunca sene neyi konuşuyor.Bir 12 almış başını gidiyor.Bunca şeyi silip atabilirmiyiz ? İnsanlık tarihi bunlara neden takılıp durmuş.Yoksa en baştan beri aynı şeyi mi anlatıyor anlatanlar ? Bence aynı şeyi anlatıyorlar.Öyle olmalı.Bize başka onlara başka olabilir mi ?
Bu saydıklarım mantık dışı olabilir.Bu ayrı meseledir.Önemli olan kuran neyi nasıl anlatıyor.İnanılır yada inanılmaz bu ayrı bu başka mesele.Ama bunun üzerinden tartışıyorsan.Bu ne anlatıyor önemli olan onu anlamaktır.
New York’taki Stony Brook Üniversitesi’nden köpekbalığı uzmanı Demian Chapman’ın yaptığı DNA testlerinin, yavru köpekbalığının babasız olduğunu ortaya çıkardı. “Bakire doğum”, bilim dünyasında “döllenme olmadan doğum” (partogenez) olarak adlandırılıyor.
http://arsiv.ntvmsnb...#storyContinues
Bilim adamları ilk kez bir erkeğin spermleri ile döllenmeyen "Kaguya' ismi verilen iki dişi farenin kromozomlarını birleştirerek memeli bir hayvanın doğduğunu açıkladı.Takım bir dişinin yumartası ile başka bir dişinin yumurtasını döllemek suretiyle iki dişi fareden bir yavru fare üretti.Bu aslında birazda sürprizler sonucu oldu.
http://www.genbilim....ent/view/78/52/
Yıllar evvel bir yerde sormuştum, baykuşlar neden sessiz uçarlar diye..
Efendim baykuşlar gece avlanırlar, gece sessizdir, bu avlarına yaklaşırken büyük avantaj sağlar..
İyi de bu evrimsel olarak nasıl oldu?
Bir mutasyon oldu, bazı baykuşlar sesli bazıları sesiz uçuyorlardı..
Sesli uçanlar avlarını kaçırdı, aç kaldılar böylece yok olup gittiler..
Sesli uçabilen baykuş görmedikten sonra hayatta inanmam... :)
Yani uzatmadan bir mutasyon oldu Meryem eşeysiz doğurdu..
İlla görmek gerekir mi?
Bak bu memelilerde de olabiliyormuş hem..
Kardeş bence meryem'in eşeysiz doğurduğu kesin.Ama bu meryem meselesi sürecin en başını yani Adem'ide anlatıyor.
Kuran'ın anlatım tarzına baktığın zaman böyle durumlar mevcut.Örneğinide az çok verdim.Melike ile Süleyman'ın kıssası,bizzat Kur'an'ın nasıl indirildiğini,nasıl indirilmiş olabileceğini anlatan bir kıssadır.Yani sonra gibi görünen süreçte ki örnekler,en başta ki durumların izahlarını içerebiliyor Kuran'da.Dolayısıyla meryem anlatısı ile Adem'in anlatısında benzerlikler aramak çok yanlış gelmiyor bana.Bu anlatım bana göre nisa 1 ve araf 189 a kadar gidiyor.Yani meryem'i geniş anlatarak,ademi dar anlatarak iki anlatımı bir araya koyarak bütünü veriyor kuran.
Bu çok olası.en azından Kuran yöntemi açısından olası.
Meryem:''Benim nasıl çocuğum olabilir? Bana hiçbir insan dokunmamıştır.Ben iffetsiz de değilim'' dedi...Buda mı orijinal metinde yok?
Bu ayette ne insan var ne melek.Beşer kelimesi,büşra kökünden gelir.Müjde anlamındadır.Yani meryem benim nasıl çocuğum olabilir.Bu konuda hiçbir müjde-iyi belirti yok diyor.Üstelik sizin ifadenize göre eğer beşer dediği insan ise cümle iki kere aynı şeyi anlatır olur.Kuran gayet net tek cümlede anlatır.
Yani bana bir insan dokunmadı dedikten sonra iffetsizde değilim demesine gerek yok.Kimse dokunmadıysa ister iffetli ister iffetsiz olsun fark etmez.
Ben sana anlatim kardeş : )
Bu ateistlere söylüyoruz söylüyoruz ama anlamak istemiyorlar.Kuranın anlatım sistemi İKİŞERLİ BENZER şekildedir.Bunu anlamayan olabilir.Ama anlamak istemeyen andavaldır.İlk bakışta klasik algı insanı yanıltabilir.Ama elli kere Kuran ikişerli diye anlatıpta anlamamak ayrı birşeydir.
Ben neredeyse her başlıkta bu yapısal özelliği anlatıyorum ama adamlar odun olduğu için anlamıyor.
Bahsettiğin müteşabih meseleside bu ikişerli yapıyı işaret eder.
şöyle;
Kuran ikişerlidir.İki ana kümeden anlatım yapar.Bunu defalarca söyledim.Kuran'ın anlamı dahi buradan gelir.
Kuran demek : kümeleri bir araya getirerek OKUNAN demektir.Neden bir kitabın anlamı böyle olsun ki ?
Neden olacak yapısal özelliği bu olduğu için elbette.Kuran'ın iki temel kaynağı vardır.
Bunlardan
1.si El-kitab ( dikkat bakara suresi 2.ayet bile bunu işaret ederek başlar )
el-kitab demek,kelimenin anlamındanda anlaşıldığı gibi YAZILIM demektir.Yani varlığın işletim sistemini anlatır.
2.si El-hikmet ( hüküm içeren ayetler )
Bu tür ayetler ise hükümler içerirler.El-kitabı hükümlerler.
İşte bu nedenlede Kuran ikili anlatım yapar.Biri yazılım-işletim sistemi tarafını.Diğeri ise bunların hükümlerini.
Örnek,
İblis = El-kitab yanındandır.Yani bizim yapısal , ruhsal bileşimimizi anlatır.Anlamı ise UMUTSUZLUKLUK demektir.
Şeytan = El-hikmet yanındandır.İblis-umutsuzluk ile hareket edenlerin neticede şeytan ( eşya ile aynı kök ) beyinsizlik üreteceğini söyler.
Yani biri diğerinin hükmüdür.
İşte müteşabih ve muhkem ayırımıda düpedüz bunu anlatır.Bu dingillere elli kere söyledik.Bunu göz ardı ederek Kuran anlaşılmaz.
Mal gibi okunur o kadar !
İşte Kuran'ın bu ikişerli anlatım yapısını anlatan açık bir örnektir bu muhkem müteşabih meselesi.
Muhkem demek : Mu-hkem ( mu-huküm ) hükümlü demektir.Hüküm içeren demektir.Hükümlenmiş demektir.
Müteşabih ise benzeşmeli ( mü-teşabih - teşbih içeren ) demektir.
Düşün ki,sen herşeyi bilen birisin ve bundan 1000 sene öncesinde ki birine arabayı anlatacaksın.
Nasıl anlatabilirsin ?
BENZETEREK !
ARABA DİYEREK DEĞİL !
Kaplumbağa gibi korunaklı-ev gibi , ceylan kadar hızlı vs gibi anlatırsın.Çünkü düşük kademedekilere ancak benzetmeler yolu ile anlatabilirsin.
Onların bildikleri şeylere benzete benzete anlatırsın.
Misal,kadir gecesinde işte bu el-kitab iner der Kuran'da.Ama bu andaval ateist kardeşlere bin kere söylememize rağmen hala kendi bildiklerinde diretirer.Çünkü kafaları basmaz.Kadir gecesi demek,ölçü gecesi demektir.Ve bana göre düpedüz big bang'i anlatır.
Bunuda benzetme ile anlatır.
Bir tohuma benzeterek , müteşabih şekilde anlatır.Başka nasıl anlatabilirdi ki ?
patlamak üzere olan tohum saçılına kadar... der.
Yani yine dönüp dolaşıp İKİŞERLİ anlatım ifade ediliyor.Dediğim gibi Kuran bunu sanıldığından çok çok daha fazla anlatıyor.Çünkü bu onun en temel özelliği.
Müslüman dediğimiz kişiye bu öğretilmeye çalışıyor.Kuran'da bunu açık açık beyan ediyor.
Diyor ki,
Hakikaten Allah mü'minleri minnetdar kıldı zira içlerinde kendilerinden bir Resul ba's buyurdu, onlara Allahın âyâtını okuyor, onları tezkiye ediyor, onlara kitab ve hikmet öğretiyor halbuki bundan evvel açık bir dalâl içinde idiler.
Gören ve düşünen için çok açık değil mi ? Anlamamak için öküz olmak gerekir.
Öyle ki size, kendinizden, size ayetlerimizi okuyacak, sizi arındıracak, size Kitap ve hikmeti öğretecek ve bilmediklerinizi bildirecek bir elçi gönderdik.
Baksana kabak gibi açık söylüyor.Dingil ateist kardeşlerde vay efendim karışık diyor.ulan daha nasıl anlatsın kitap.Düpedüz bunu söylüyor.
Ama el-kitap ne anlamayan bunları ne anlasın ki ? El-hikmet ne anlamayan bunları ne anlasın ki ?
Bunları anlamayan Kuran'ı ne anlasın ki ? Kümeleri toplayarak okunan demek olan anlamını bile bilmeden, dingil dingil okur okadar.
Oysa dedik !
İbrahimin topukları üzerine doğrulttuğu beyt bile bu !!!
BEYT EV DEĞİLLL !
Edebiyatta ki beyit ile aynı kök bu ! İKİLİ DEMEK !
EHLİ BEYT demek bile bunu anlatır. İKİLİNİN EHLİ demektir.Peygamberin ev ahalisi değil ! EHLİ BAŞKA AHALİ BAŞKA ! ayet ehli diyor !
Kuran'ın ne olduğunu bile bilmeyen bunları ne bilsin.Abuk subuk konuşur o kadar.
Yine yanlış yorumlar ve çıkarsamalar.Orjinal metne birçok siteden ulaşabilirsin yanında olması gerekmiyor.
Meryem'in bana kimse dokunmadı ve iffetsiz değilim ifadesi Zekeriya'ya gösterdiği reflex sadece.Çünkü tapınağa adanmışların böyle bir işlevde bulunması mümkün değildi.
Kısacası Meryem'in o tepkisinden sonra bir cinsel ilişki olmadığına dair bir ibare yok.Meryem doğal yollardan Zekeriya'dan hamile kalmıştır.Rabbe kolay olanda daha önce kararlaştırılanda budur:) Doğal süreç yani.
Kardeş ,
Evet tüm anlatıları incelemek bencede gerekli.Benim anlayabildiğim kadarı ile dünyada hep aynı şeyler türevlendirilerek anlatılmış.Kimi zaman bazıları sapmalar göstersede ana hatları genelde aynı.Ben helen,pers ve uzakdoğu anlatımlarını şahsen bilmiyorum ama elbette onlarda buna dahildir. İnsanlar deli değil.Durduk yerde aynı masal heryerde dönmez.Bir sebebi olmalı.Belki biz anlayamamış olabiliriz.Bu kadar uzun zaman dilimi içinde kelimelerin anlamlarına oldukça uzak kalmış olabiliriz.Örneğin geçen gün sümerlerle ilgili bir parça okudum.Orada ''rüzgar'' kelimesinden bahsediyordu ve bugün kesinleşmiştir ki bu kelime gezegenlerin uyduları için kullanılmıştır diyordu.Yani metni düz okumak bizi bugün ki sözlük anlamları ile yanıltabilir.Bu resmen bir bilim.Öyle bizim gibi ucundan köşesinden bakıp bir kalemde çözülecek şeyler değiller.Ama bunlar kesinlikle bilimsel olarak incelenmeli ve gerçek anlamlarına ulaşılmalı. ( Not : Zeistgeist'i izledim.Anlatımını biliyorum.Kur'an'a çokta uzak görmüyorum.Tabi benim algım bazında konuşuyorum )
Aynı durum Kuran içinde söz konusudur.Yani 1400 yıl öncesinin anlatısını sözlüklerle çözmek iş görmüyor her zaman.Bunu kendi çalışmalarımdan anlayabiliyorum.Örneğin İlhan Arsel ile ilgili verdiğin çelişki konularının sadece başlıklarına baktım.Bu kişinin Kuran'ı algılamasına göre değişebilir.Ve benim algıma göre İlhan Arsel ile birçok konuda farklı düşünüyorum.Belkide ben yanılıyorum.Belki siz haklısınız.Bunlar olası şeyler.Akıl saplantılı düşünmedikçe hataları görür.Doğrusu neyse dilerim o doğruya insanlık ulaşır.Bu noktada Kurân'ında önemi yok.Eğer ki yanlışsa değeri yoktur.Yanlışlar terk edilmelidir.Ama benim algım gördüğün gibi başka.Klasik reddiyeler şuan için beni Kuran anlatımından uzaklaştıramadı.Çünkü ben klasik bakmıyor,klasik algılamıyorum.belki klasik olacak ama ben Kuran içinde ne klasik bir namaz,ne klasik bir oruç,ne zekat,ne kurban ne hacc , ne cinn , ne melek , ne cebrail vs vs vs vs görmüyorum.( Bu liste oldukça uzun ). Onun içinde bu tür çelişki konuları bana hitab edemiyor.
Haa ! İlhan Arsel'in iddaalarını klasik temelde algılayanlar için düşünürsek,iddaalarında haklı.Ama mesela benim gibi Kuran'da hayvan kesmeyi görmeyen biri için İlhan Arsel'in bu anlamda ki çelişki iddaaları bana hitab edemiyor.Yada levhi mahfuz konusu.Tamam liste uzun olduğu için tek tek hepsine bakamadım.Ama klasik islam'ın en temel yapı taşlarını oynatarak düşünen ben ve benim gibiler için bunlar gerçekten anlam ifade etmiyor.
Üstelik ben klasikçileri reddeden hanif grubunda dışındayım düşünce olarak.Bu konudada yalnız değilim.Benim gibi düşünen oldukça çok insan var ve sayıları ateistler gibi hızla artmaya başladı.Ve bizim yapacağımız çalışmalar sayesinde bunlar bir süre sonra korkunç bir hızla artacaklar.Buna eminim.Çünkü bu konuda gayet ciddi planlarımız var.
Güçlü ve karşı konulamaz bir atak yapacağız.Ve inan bana,şuan sallantıda olan,aklı ateizm ile teizm arasında bulanan ve Kuran konusunda kafası karışan çok kişi bizim doğrultumuzda etkilenecek.Belkide ateistler bile bundan etkilenecekler.Çünkü başka bir boyutta anlatım yapacağız.Kaldı ki içinizden oldukça sıkı bir ateist arkadaşınız şimdi bizim gibi düşünür durumda.Yani ateizm gibi sıkı bir düşünce yapısındanda dönebilen insanlarda var.Ki,henüz bilgisi olamayan yada aklını kullanma yetisi az çok gelişmiş insanlar içinde biz herkeze karşı avantajlı durumda olacağız.
Yakında bu ülkede ''Bağlılık İlkesi'' olarak bir anlatım duyulacak.Süre vermeyim ama kısmetse bu çok uzak değil.
Bu mantığı hem kabul ediyorum hem edemiyorum.Yani fifti fifti durumundayım : )
Biliyorsun ki bu mantığının dozunu ayarlamazsak din hacı hocanın tekeline girer.Sonra Ademliği külliyen unuturuz.Kaldı ki Adem Kur'an'ın en alt kademesinde ki isimdir.Bana göre bir kişide değildir.Bir durumun adıdır.
Adem durumu.İnsanlığın en alt kademesidir.İsa durumu isa sanırım en üst kademesidir.Kuran içinde ki incil anlatımına bakarsak sanırım zenginliği sembolize ediyor.
Yani rab şöyle dedi öyle mi? ''Bu rabbe kolaydır.şimdi zekeriya seni bi güzel o biçim.oldu bitti iştee
Eyvallah değerli kardeşim.Sen bu nadide fikirlerinle eşsiz mantığınla bin yaşa ok
Zekeriya Meryem'e bu düşüncesini açtığında bir reflex gösteriyor ama Zekeriya bir peygamber ve Meryem'i ikna ediyor.
Zaten Meryem'i tapınakta gören ve onu gördükçe bir oğlan hasretinde olan da Zekeriya.
Elbette bu düşünce size cazip gelmiyor olabilir.Siz babasız doğum ve Bakire Meryem üzerine bir inancın üzerinden yol alıyorsunuz.Malesef bu inancın rabbin gerçek planı ile alakası yok.Siz hayattan ve realiteden kopuk MUCİZE beslemeli İSRAİLİYAT öğretilerini gerçek kabul ediyorsunuz.Tabi asıl gerçeklerde sizin işinize gelmiyor.
Evet Gerçek normal yollardan gayet normal bir cinsel ilişkiyle Zekeriya'dan hamile kalmış.
Size bu gerçeği bildirdiğim için bana teşekür edeceksiniz.
Sevgilerimle.Sen de bin yaşa.
Anlamıyorum sizleri.
Zekeriya ile Meryem beraber olup bir evlat sahibi olmuş.
Neden bu ırz düşmanlığı olsun, neden o. çocuğu denmek istensin?
Gerçek budur, beyinler dumura uğrasa da gerçek budur...
Bir kez daha sorgulamaya başlayın bildiklerinizi...
Gelin beraber yapalım, sırayla sindire sindire sorgulayalım Kuran'ı ve önermelerini...
Ula anlamıyorum sizi, koskoca kainat kendi kendine oluyoda, bir çocuk kendi kendine olamaz mı.? hz.meryem evrim geçirmiş olamaz mı? heee
Kısa ve kesin cevap: Adem nasıl anasız doğdusa, İsa da öyle babasız doğdu. :)
Bu efsaneleri bayağı ciddiye almışız galiba.. Bir de kendisi boncuktan kuş yapmış, sonra bi üflemiş, kuş uçmuş.. Tayyare mi lan bu? Üfürükten uçsun?
Öyle bir über manyak yeteneğim olacak, sonra da üç-beş japon askeri kafalı roma askeri beni çarmıha gerecek.. pehh! Adamın ümüğünü sıkar, kuyruk sokumundan kan alırım, Kamil, kan!
ilahi metinleri anlamanın yada yorumlayabilmenin genel formulü:
Hakikat baştadır tacda değildir
Hararet nardadır sacda değildir
Her ne ararsan kendinde ara
Kudüste Mekkede Hacda değidir
İsa :Aşktır
Yahya:Ego(yani beşeri kişiliktir)
Zekeriya:Tevekkül Yani sabırdır
Meryem:İradeyi külliye yani Süper egonun aklıdır
Man:Sofinin beslendiği Mesellerdir.(Man kafa tabiride buradan çıkmadır)
Bıldırcın :sofinin Oradan oraya seyreden Ve ışık karşısında donup kalan beynidir.
İlahi metinlerde yaşayan kişilikler tarihi kişilik değildirler.
tanrı niye bir çocuğun var oluşunda nefsini ortaya koysun?
Bu kendisine şirktir çünkü tanrının nefsinden oluşmuştur o çocuk yani tanrı soyu demektir.
O halde isa muhammet ten üstündür zira isa tanrının nefsindendir.
Isa tanrıdan falandı filandı ise tanrı onu çarmıha gerilmekten niye men etmedi? Hangi baba oğlunu çarmıha gerdirir?
Bırakın artık bu masalları kardeşim!
Gösterin millete isa'nın eliyle yazdığı bir ayeti!
Gösterin muhammet'in eliyle yazdığı bir ayeti!
Hiç delil yok elde değil mi? Çok üzücü çok!
Açık, net ve gerçekci düşünün.
İsa Nasıl Babasız Doğdu?
Nisan 27th, 2010
Evrenin başlangıcından beri olup bitenlerin bilimsel bulgularla örtüşerek anlatılması ve Allah’ın yasasında (sünnetinde) değişme olmayacağı göz önünde bulundurulduğunda tarihsel süreç içerisindeki bazı olaylarda fizik dışı imgelerin gerçekte fizik dışı olmadığı yorumu yapılabilir.
Bu yazıda bu düşünceden hareketle, İsa peygamber, Kuran ayetlerindeki imgeler kullanılarak değerlendirilip yorumlanacaktır.
Kuşkusuz bu yazı yalnızca bir “yorumdur”, gerçeği yalnızca Allah bilir.
İsa peygamberin babasız doğuşu, beşikte iken konuşması çoğu zaman doğaüstü olaylarla açıklanır. Hatta İsa peygamberin bu durumunun tam olarak anlaşılamamasından olsa gerek Hristiyan kültüründe “Allah’ın oğlu” olarak anlatılmıştır.
Kuran ayetlerindeki imgeler ve bugünkü bilgilerimiz ışığında konuyu farklı bir açıdan incelemek istiyorum.
MERYEM’İN DOĞUŞU
Sıradışı olarak değerlendirilen İsa peygamberin doğumunu incelemeden önce bir adım geriden, annesi Meryem’den başlayarak incelemek ve sıradışılığın başlangıcına göz atmak gerekir.
3/36 Onu doğurunca -Allah onun ne doğurduğunu daha iyi bildiği halde- şöyle dedi: “Rabbim, onu kız olarak doğurdum ve erkek, kız gibi değildir. Adını Meryem koydum onun. Onu ve soyunu, kovulmuş şeytandan sana sığındırıyorum.”
3/37 Allah, onu güzel bir kabulle kabul etti ve onu güzel bir bitki gibi besleyip büyüttü. Onu, Zekerriya’nın kefaletine verdi. Zekerriya, mihrapta onun yanına her girdiğinde, orada bir rızık bulur ve sorardı: “Meryem, bu sana nereden?”Meryem de: “Bu, Allah katındandır; çünkü Allah dilediğini hesapsızca rızıklandırır.” derdi.
Birinci ayette İmran’ın karısının erkek beklediği halde kız doğurmasına şaşırması olağandır. Ancak “Allah onun ne doğurduğunu daha iyi bilmektedir” ifadesi ile tekrar “erilliğe” dikkat çekiliyor. Sonraki ayette “bitki gibi” ifadesinden de esinlenerek doğan çocuğun hermafrodit olduğu düşünülebilir.
Hermafroditlik, çift cinsiyetlilik olarak bilinir. Canlıda hem eril hem de dişil üreme mekanizmaları mevcuttur. Doğada bu özelliklerde hayvanlar ve bitkiler bulunmakla birlikte memelilerde nadiren olsa da görülmektedir.
Bir gebeliğin normal sürecinde canlı “dişi gelişim” gösterir. Ancak erkek yönde bir gelişim için gonadın HY ve TDF antijenleri ile uyarılması gerekmektedir.
Hermaforditizm dişil gelişim gösteren bir canlının Y kromozomu da barındırması olarak tariflenir. Yani bir dişide XX bir erkekte XY kromozomları varken hermafroditlerde XXY vardır.
Dişi Yalancı Hermafrodit ve Erkek Yalancı Hermafroditlerde durum farklıyken gerçek Hermafroditlerde XXY bulunur ve bu durum eşeysiz üreme için yeterli altyapıyı sağlamaktadır.
Ayette, “Erkek” beklendiği halde bir “kız” doğması ancak bu ifadenin Allah tarafından düzeltilmesi, Meryem’in hermafrodit olabileceğini düşündürmektedir.
Yorumun devamı Meryem’in hermafrodit olduğu varsayımı ile şekillendirilecektir.
ZEKERİYA’NIN DUASI
Zekeriya peygamberin dua ederek neslinin devamını sağlayacak ve halkına önder olacak birini istediğini Kuran’dan öğreniyoruz.
19/4 Şöyle demişti: “Rabbim, işte karşındayım. Kemik gevşedi bende. İhtiyarlıktan başım beyaz alevle tutuştu. Sana yakarma konusunda ise Rabbim, hiç bedbaht olmadım.”
19/5 “Ben, arkamdan gelecek yakınlarımdan endişe ediyorum. Karımsa kısır. O halde, katından bana bir dost bağışla;
19/6 Ki hem bana mirasçı olsun hem de Yakub hanedanına mirasçı olsun. Ve onu hoşnutluğunu kazanmış bir kul eyle, Rabbim.”
Devam etmeden önce dua konusunda bir hatırlatma yapmakta yarar var. Kuran genelinde incelendiğinde “dua” içerisinde bir “yorulmayı” barındırmaktadır. Yani “dua” edilen şey için bir yorulma, uğraşma gerekmektedir.
Zekeriya peygamberin duasının kabul edildiğini hemen arkasından gelen ayetlerden anlayabiliyoruz.
19/7 Ey Zekeriyya! Biz sana bir oğul müjdeliyoruz; adı Yahya, daha önce ona hiç kimseyi adaş yapmadık.
19/8 Dedi: “Rabbim, benim için oğul nasıl söz konusu olur? Karım, doğurganlığını yitirmiştir, bense yaşlılığın gerçekten en ileri basamağına ulaştım.”
19/9 “Bu budur.” dedi. Rabbin şöyle buyurdu: “Onu yapmak benim için çok kolaydır. Nitekim daha önce de sen hiçbir şey değilken seni yaratmıştım.”
19/10 Dedi: “Rabbim, bana bir belge,işaret ver.” Dedi ki: “Belgen,işaretin, tastamam üç gece topluma hiç konuşmamandır.”
MERYEM – ZEKERİYA İLİŞKİSİ
Meryem’in Doğumu başlığında verdiğim 3/37 ayetinde Meryem’in kefaletinin Zekeriya’ya verildiğini okuyoruz. Peki, annesi ve babası olan Meryem’in kefaleti Zekeriya’ya nasıl ve neden veriliyor?
3/44 Bunlar, sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Meryem’e hangisi kefil olacak diye zar atarlarken sen onların yanında değildin; çekiştikleri zaman da sen onların yanında değildin.
Bu ayette çevirmenler Zekeriya peygambere zar, barbut vs gibi oyunlar oynattırsalarda ayetin orijinaline baktığımızda “kalemlerini atarlarken” (yulkune aklamehum) ifadesini görürüz.
Hermafrodit doğan Meryem’in durumundaki farklılıktan ötürü toplumun, tıp alanında önde gelenleri “kalemlerini” yani sahip oldukları ilimle önerilerini ortaya koyuyorlar.
Ortaya sunulan bu düşüncelerden Zekeriya’nın “kaleminin” güçlü olduğunu ve “kefaletin” Zekeriya’ya verildiğini 3/37′den anlıyoruz.
Karısı doğurgan olmayan Zekeriya ve hermafrodit olan Meryem böylece bir araya geliyorlar. Zekeriya, ortaya koyduğu ilmi gereği Meryem’i alarak çalışmak üzere (duası için yorulmak üzere) çekiliyor.
İSA’NIN BABASIZ DOĞUŞU
Zekeriya, Meryem’in hermafroditliğini inceleyerek, taşıdığı yumurtayı, aynı şekilde kendi vücudunun ürettiği sperm ile dölleme üzerinde çalışıyor. Deney ve çalışmaların sonucunda Zekeriya, Meryem’in vücudundaki yumurta ve spermi döllemeyi başararak Meryem’in, kendisine bir beşer dokunmadan hamile kalmasını sağlıyor.
Zekeriya’nın bir hermafroditi kendi vücudunun ürettiği yumurta ve spermi kullanarak gebelik başlatmasına rağmen, sonucun başarılı ya da başarısız olup olmayacağı bilinemiyor.
Doğum zamanı geldiğinde Meryem’in başarılı bir doğum yapması, yani baba olmadan sadece kendi vücudundan bir gebelikle çocuk doğurması şaşkınlıkla karşılanıyor.
Zekeriya’nın kendisinden sonra bir peygamber olarak toplumuna önderlik etmek üzere çocuk istemesi, Meryem’in kefaletinin kendisine verilerek, babasız bir gebelikle İsa’nın doğmasını sağlaması ile sonuçlanıyor.
Meryem’in beşikteki İsa’yı göstermesi, bebeğin gerçekten de ağzını açıp konuşmasını değil, tüm bu yapılanların “gerçekliğinin kanıtı” olmasını gösteriyor.
Bunu şöyle örneklendiriyorum.
Uçan bir arabayı hiç göstermeden sürekli “Uçan bir araba yaptım” dediğinizi düşünün. Sözünüzün hiç bir değeri olmayacaktır. Ancak “Uçan bir araba yaptım” deyip, ortaya uçan bir araba koyduğunuzda “araba konuşur”, ortaya koyduğunuz şey, yaptığınız işi anlatır…
Zekeriya’nın öne sürdükleri (attığı kalem) İsa’nın doğması ile gerçekleşmiştir, yani ortada olan çocuk “konuşmuş” ve öneriyi bilmeyerek Meryem’e iffetsizlik yakıştırması yapanlara da öneriyi bilenlerede “işi anlatmıştır.”
Özetle; Meryem, Zekeriya’nın kefaletinde tıpkı bitkiler gibi “eşeysiz” olarak üremeyi başararak aynı zamanda dünyaya getirdiği “erkek çocuk” ile Zekeriya’nın duasının da nasıl kabul edildiğini göstermektedir.
Bazı konularda ki fikirlerim henüz netlik kazanmadı.Aklımda muğlak kalan noktalar var.
Şu açıdan var;
Ben bu Kuran'ın bildiğimiz Kuran algısını sunmadığı konusunda kesinlikle ikna oldum.Hiçbir klasik düşünceli gibide anlamıyorum. Kafamda muğlak kalan şey şu.Bu Kuran tek bir olayı mı anlatıyor,yoksa dönem dönem değişik zamanlarda gelen peygamberleri mi anlatıyor henüz netleştiremedim.Ama bana öyle geliyor ki sanki tek bir olayı anlatıyor.Örneğin bu İsa olayı sanki Adem olayını anlatır gibi geliyor bana.Yani sanki sürecin ilerisi gibi görünen ve öyle algılanan İsa ile kasıt belkide en başı anlatıyordur.İsa'nın kelime anlamının yaşayan olduğunu düşünürsek belki sizede yakın gelebilir.Öte yandan başka başlıkta anunnakiler-gökten gelen Tanrılar diye bir başlık açmıştım.Orada gökten gelenlerin , primatların genleri ile oynayarak insanı var ettiğini yazıyor.Sümer metinleri bunu bu şekilde açık açık yazıyor.Biliyorsunuz İsa'ya ''Mesih'' diyorlar.Mesih kelimesini ''mesh'' kelimesinden düşünürseniz,anlamı mes edilen,dokunulan demektir.Bu anlam itibari ilede yaşamına dokunularak sahip olmuş bir varlığı ifade ettiği düşünülebilir.Demem o ki,dünyada binyıllardır karman çorman olmuş mitler dönüp duruyor.Bir 12 sayısıdır gidiyor.Acaba diyorum Kuran eski mitlerle aynı şeyi mi anlatıyor.Eski mitleri tabi anladığımız gibi düşünmeyin.örneğin eski mitlerde bir Tanrı ifadesidir gidiyor.Sümerler Tanrı ifadesini gezegenler için kullanıyor.Örneğin Tanrı Marduk ile Tanrı Tiamat ( mars-jüpiter arasındaki yok olmuş gezegen ) arasındaki savaşı anlatırken bunu anlatıyor.Bu iki gezegenin çarpışmasını betimliyorlar.Tanrı Marduk yaklaştı,yaklaştıkça öfkelendi.Sonra tiamatı tutup savurdu derken bahsettikleri şey bu çarpışmayı anlatmakta.Yani bizim anladığımız uyduruk mitler gibi değil anlatımları.Savrulan tiamat dediği ise, Dünyamız ve Ay.Bu çarpışma sonucu mars-jüpiter arasındaki gezegen parçalanıyor.Kalan 2 büyük parçasının büyüğü dünyamız,diğeri ayımız olarak bugün kü yörüngesine oturuyor.
Neyse,işte böyle.Yani Kuran elli değişik zamanı değilde,hepsini bir arada mı anlatıyor diye düşünüyorum.Ama çözümlemiş değilim.Fakat bu ihtimal benim kafamda oldukça yüksek.Bu Meryem-İsa örneğide Adem meselesi ile birebir örtüşen,belkide Adem sonrasını değil,doğrudan Adem öncesini örnekleyen bir anlatım olabilir.Yani bu konuda henüz bir kesin kabulüm yok ama böyle düşüncelerimde var.
Meryem hermafrodit zaten.bana göre bunda bir şüphe yok.Doğum sahnesinden ve hemen ardındaki ''bitki gibi'' kabul edilmesinden bu açık.Çok kesin olmamakla birlikte Meryem kelimesi rahim ağzı anlamıda taşıyor olabilir.Enteresan olan zekeriya ismininde ''erkek cinsel organı'a'' çok benzemesi.Erkek cinsel organına ''zeker'' denilir.
Belkide biz hala ne anlatıldığına uyanamadık Kuran'da.Kelimeleri öyle dejenere ettiler mealleri öyle saptırdılar ki, belki arada kaç kelimesi saptı gitti. Yine çok iyi bağlantı kuramasamda kafamda bir yere varmayan bağlantıların ışığı yanıp yanıp sürüyor. Örneğin Zekerriya, mihrapta onun yanına her girdiğinde, orada bir rızık bulur ve sorardı ifadesinde kast edilen cinsel bir birleşmemidir ? Kelimelerin kökleri garip olduğu için insan acaba hiç anlamadığımız bişey mi anlatıyor diye düşündürüyor.Yani ortada ne bir meryem isminde kadın,nede zekeriya isminde bir erkek yok belkide.Bizim 1400 yıllık külliyatımız aklımızı öyle bir şartlandırdı ki belkide bu şartlanmışlık yüzünden hiçbişeyi göremez olduk.Ama bunlar tabi delilsiz ve anlık düşünceler.Sadece acaba ifadeleri.Henüz sadece kafamda çakan anlık,sonuçsuz delilsiz düşünceler.
Ben demiştim. Başkaları da dediyse bilemiyorum.
Alıntının yazarını tanıyorum. Öylesine bir yazı değildir. Üzerinde düşünülmüş çalışılmış bir çıkarımdır.
Ancak hermafrodit insanlar kısırdır. Kendi kendini de dölleyemezler.
Meryem'in hermafrodit olması demek, illa da kendini dölledi demek değildir.
Burada anlatılmak istenen şey, Meryemin hermafrodit doğup kimlik bunalımı yaşadığı ve kendini toplumdan tecrit ettiğidir. Zaten anası da şaşmıştır, "erkek kız gibi değil" der.
Ancak, konu neticede kadın hormonlarının ağır basarak bir cinsel ilişki sonrası erkek çocuk sahip olduğudur.
Bunlar kendi çıkarımımdır.
Kuran sıradan günlük gözlemlenebilir mevzular içerir, öyle mucize aramaya gerek yoktur.
Daha önceleri mucize gözüyle bakılan İsanın doğumunu gayet sıradan olduğu anlatılmak istenmiştir.
Bir din "Tanrının oğlu" derken, diğeri "babasız doğdu" der, ama Kuran "babası da anası da kabak gibi vardı" der.
Bakmak var görmek var, bir de gördüğünü akılda birleştirmek var... Hermafrodizm ikiye ayrılır, gerçek ve yalan diye...
Sen hangisini soruyorsun?
Çünkü "gerçekler" dölleyemez de döllenemez de...
Ancak, "yalancılar" dölleme ve döllenme yeteneğine sahip olabilirler.
Konuyla doğrudan da ilgili değil aslında. Meryem kendini döllemedi, mümkün değildi.
Kuran verileri ışığında,İsa'nın babasız doğduğunu dikkate alırsak bu çıkarım ne kadar sağlıklı olur Afrodit ?
Kuran'da babasız denmiyor ki İsa için.
Sadece "bu ana kadar bana hiç bir beşer dokunmadı" der Meryem, başka da bir noktacık bile veri yoktur.
Hel Cebrailin gelmesi v.s., hepten hayal gücü. Meryeme Ruhumuzu gönderdik(!) der, indirdik falan demez.... O ruh da ona DOKUNMUŞTUR. (temas)
İŞte o dokunmayan beşer aha dokunmuştur. Dokunan erkektir, Meryem de kadındır. Bunların hepsi bir evlat uğrunadır
Doğru söylüyorsun Afrodit ama ayeti daha dikkatli okumak gerekiyor bence.Çünkü Kuran'da aynen söylediğin şekilde geçen cümle , meryem'in çocuğu olması konusunda söyleniyor.Yani durum yadsınıyor.Bana bir beşer dokunmadan benim nasıl çocuğum olur deniyor.
Meryem, benim nasıl oğlum olabilir ki hiç bir kimse, henüz bana dokunmadı demişti, hem kötü bir kadın da değilim ben.
Henüz hiç bir beşer dokunmadı, yok ilişkim, kimseyle ilişkiye girmedim der. (özellikle erkek demez)
Zaten gelen ruh da beşer olarak gelmiştir. Gelen ruhun cinsiyet tabiri hiç yok. Özellikle beşer tabiri kullanılmış.
O ana kadar hiç dokunan olmamıştır, zaten tecrit etmiştir kendini toplumdan. Tamam diyor beşer, öyledir, anlıyorum ama bu çocukla insanları aciz bırakacağız (mucize) diyor.
Meryemin ilk cinsel tecrübesi olduğu bariz ama son muydu bilemiyorum. :)
Yani Muhammed olayın vahyini bariz almış. Yok diyor İsa Tanrının oğlu falan değil, basbayağı cinsiyet bunalımıyla kendini tecrit etmiş biri, sonrasında kendiyle temas eden bir beşerden hamile kalır ve İsa doğar.
Budur.
Bir boş anımda, Meryem için taa ki, hamile kaldığı ana kadar hiç kadın diye bahsetmiş mi acaba...
Zekeriye Meryemi himaye ederken özellikle ÇİÇEK gibi baktı deniyor. Burdan onun kadın olmaya itildiği açık.
Bu arada Zekeriya'ya da aynı anda oğlan müjdelenmesine dikkat :)
Yahya ve İsa...
İsa eğer babasız doğmaduysa ne özelliği var?
İsa bir işaret olması için yaratılmadıysa,
sıradan göbeğini kaşıyan biriyse ,
bunca tantana neden koparılıyor?
Sevgili afrodit illa kuranı akla mantığa uyduracam diye ''taca çıkmış top'' gibi oluyorsun.
Mesela şu kaynak:
3/37: “Bunun üzerine Rabbi onu güzel bir kabulle kabul etti ve onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi. Zekeriya'yı ondan sorumlu kıldı. Zekeriya her ne zaman mihraba girdiyse, yanında bir yiyecek buldu: "Meryem, bu sana nereden geldi?" deyince, "Bu, Allah Katındandır. Şüphesiz Allah, dilediğine hesapsız rızık verendir" dedi.”
Ayette Zekeriya'nın , Meryem üzerinde sorumlu olduğundan bahsediliyor.. O zaman diyebiliriz ki; “demişti ki ben yalnızca rabbimden gelen bir elçiyim, sana tertemiz bir erkek çocuk müjdelemek için buradayım.” Ayetindeki elçi Zekeriya peygamberdir. Öyleyse İsa’nın babası Zekeriya peygamberdir diyebiliriz ve çocuğu müjdeleyen odur, yani çocuğun babası..
Peki senin tersi olduğuna dair kanıtın nedir...
Yarim hekim candan, yarim imam dinden eder derler ya Nesren ben cok yarim Imam'a rastladim sanirim ama senin imamlarinda pek saglam pabuc degil uyarayim. Isa konusunda konusmak icin önce Isa'yi hristiyanlarin tanidigi sekliyle taniman gerekir yoksa kilavuzu karga olanin hesabi Kuran'dan baslarsan ise böyle sacmalarsin.
Bu konudaki tek mantikli mesaj dei'den gelmis eski yunan miti hermafrodit.
Ama isin asli -ki eger önce Isa'nin varligini ispat edebilirsen- hristiyanlara göre Isa 12 kardesin en kucugu ve meslegi marangozluk, bildigin carpenter yani. Isa ile ilgili filmlerde kardesleri es gecilemesede cok fazla yerde verilmez 12 kardes yerine 12 havari yerlestirilir hemen. Ne mubarek hermafroditmiski bu Meryem 12 kere cocuk dogurabilmis, ayrica ne erkekmis zeker ki pardon zekeriya 12sininde babasiz dogduguna inanabilmis. Yahudilere görede bildigin tapinak orospusu, tapinaktaki rahiplerden peydahlanmis Isa, ama ha rahip, ha allah ne farkeder.
Bana sorarsan bildigin Istanbul'lu Isa. Bu konuda bir baslik bile acabiliriz seninle. Evet bildigin Istanbul'lu. Dogrusu Anadolu'da muhtemelen Nigde civarlarinda dogan bir mitten ve inanirlarindan etkilenen dogu roma imparatoru, Istanbul'da hristiyanlik dinini resmen kurdu, Iznik'te kitabini yazdirdi Kudus'u memleketi yapti, Romalilarda ganimetten pay Vatikan'i dinin merkezi ilan etti petrus diye birini uydurarak. Dikkat edersen haristiyanlikla ilgili dunya uzerinde en cok kalinti dogu roma topraklarinda bulunmaktadir.
Geriye eski roma'nin tanricalarini, tanrilarini ve geleneklerini eklemek kaldi yeni dine ki cok fazla itiraz olmasin, hani hermes afrodit, meryem hermafrodit ayrica Maria Kybele'nin izdusumu vs... En fazla itiraz yine anadoludan belki biraz daha guneyinden Suriye'den yani suryanilerden geldi halada Suryani'ler Suryani'dir hani bildigin mahlemizdeki hos Suryani.
Bu Suryani'lerin isyankarlarinada musluman diyabilirsin rahatlikla. Ki o dönem hem eski tanri tanricalara tapan putperest araplar yeni gelen bu isa masalinida cok sevmislerdi ayrica birde buyuk hint etkisi vardi inanc ve ibadetlerinde. Nasil eski romanin pagan tanri/tanricalari hristiyanlik icinde eritilip yeni bir din olusturulursa ve bunu Kudus'ten cikma bir dinmis gibi gösterirlerse, mezepotamyanin isyankarlarida ayni taktikle yeni bir din olusturup butun bölge inanclarini bir potada eritip adini kimsenin duymadigi bir yerin yani Mekke'nin eski hikayelerinden yararlanarak komplike bir din ortaya koyarlar.
Kafan daha fazla karistiysa ayri ayri izah ederim sana ama vaktim kisitli o yuzden uzun surer sabrin varsa sen sor ben aciklayayim...
''Yarım doktor candan,yarım iman dinden'',''İsa'ya hristiyanların gözüyle bakabilmen gerekir''falan derken,bu bakışa sahip olduğun,güzel bi başlangıç yaptığın düşünülebilir gibi geldi.
Ancak ''bu meryem neymişki 12 çocuk doğurabilmiş''deyince,bi gökdelenin tepesinden çakılır gibi yere çakıldın.tam bir kara cahil olduğunu gösterdin.Yazının ilerleyen bölümlerindeyse,başta saygın ateistleri bile öfkelendirecek ,tartışma adabından,insana saygı kültüründen,doğru bilgiden uzak,hiçbir kaynağı olmayan mesnetsiz,hayali bi takım iddialarla da,çakılmaklada kalmayıp,yerin dibine geçmişsin üstelik.
Ben her düşünceye açık,her görüşü ciddiye alan bir insanım.Ancak hiçbir dayanağı olmadığından emin olduğum,sadece öyle olmasını arzuladığın için öyledir dediğin ipe sapa gelmez saçmalıklarla dolu senin bu yazdıkların malesef.
''İsa yaşamışmıdır,yaşamamışmıdır tartışılır'' veya ''İsa'nın babasız doğmuş olabilmesi kabul edilemez'' gibi yaklaşımlarına saygı duyarım.Çünkü bu bilimsel bir yaklaşım.Bizde bu konuları değerlendirip bi kanıya varmak için çalışıyoruz.Ancak böyle doğru bilgiden uzak ve antietik yaklaşımlar,sempati değil antipati uyandırır kanısındayım.
''Hristiyanların gözüyle bakabilmelisin'' derken,İncil'i ve diğer hristiyan kaynaklarını kastediyor olmalısın.Ancak ne İncil'de ne diğer hiçbir hristiyan kaynağında,İsa'nın kardeşlerini Meryem'in doğurduğu yazmaz.Yani İncil'e göre İsa'nın kardeşleri,Meryemin eşi Yusuf'un,daha önceki eşinden doğan üvey kardeşleridir.İşte hristiyan görüşü budur
Yahya ve İsa birdir.
Zekeriya İsanın babası, Meryem de Yahyanın annesidir bu durumda.
Bunda şaşılacak en ufak bir şey yoktur.
Gayet sıradan basit bir durumdur...
Kuran'da mucize falan da yoktur.
İsanın babasız doğduğunu hiç bir kere demez Kuran. Bu Hristiyanların uydurması ile İslam dinine girmiştir.
Müslümanların buna inanmasının en gerekçeli nedeni ise, tüm peygamberlerin babasıyla anılmasının yanı sıra sadece İsa'nın anası meryem ile anılması ve babasının adının hiç bir yerde geçmemesidir.
Tüm bunların yanı sıra Kuran'da geçen isimler, kişilerin kimlik isimleri değil taşıdıkları vasıflara ait sıfatlarla bütünleşmiş seslenişlerdir.
Muhammed'in gerçekte adı Muhammed olmadığı gibi, İsa'nın adı da İsa değildir. Bunlar sıfatlarıdır.
Ama Kuran'ın mucizevi ifadeler içermiyor olması müslümanlar kadar bazı ateistleri de hayal kırıklığına uğratmaktadır.
Bunu ilk anladığınızda bir müslüman olarak yaşadığınız hayal kırıklığı zamanla yerini daha sağlam ve mantıklı sorgulamalara bırakacaktır.
Tüm müslümanlara tavsiyemdir, korkmayın. Her müslümanın başına gelebilir :D
Afrodit,
Yahya = İsa'dır. Bu doğru.
Peki aynı mantınla Zekariya = İmran olmuyor mu ?
Bu durumda Zekeriya , meryem'in babası olmuyor mu ? Nasıl oluyorda İsa'nın babası Zekeriya oluyor o zaman ?
Beyinsiz ateistlerin aslında bizim dilimizden anlaması mümkün değil.Senin dediğin doğru aslında.Bizi bunlar anlayamazlar.
Kuran her sahneyi ikişerli olarak anlatır.Bu Kuran'ın yapısal özelliğidir.Bu kitap ikişerli benzer anlatıma sahiptir.İki ana kümeden oluşur.Ve olayları bu iki kümeden benzer şekilde karşılıklı anlatır.Onun içinde Kuran'ı okurken ikişerli okumak gerekir.Yani karakterlerin ikizleri
Zümer 23
Allâh, sözün en güzelini, birbirine benzer, ikişerli bir Kitap halinde indirdi. Rablerinden korkanların, ondan derileri ürperir, sonra derileri ve kalbleri Allâh'ın zikrine yumuşar. İşte bu (Kitap) Allâh'ın rehberidir. Dilediğini bununla doğru yola iletir. Ama Allâh kimi sapıklığında bırakırsa artık ona yol gösteren olmaz.
Bazıları görmek konusunda oldukça sıkıntı çektiği için mümkün olan en büyük şekilde göstereyim dedim. Bazıları amann ne diyor bu diyebilir, ne ikişerliisi lan diyebilir, saçmalama diyebilir.
Bunlar kimin umurunda ki : ) Eleştirdiğin,karşı durduğun kitap diyor ki bak oğlum ben ikişerliyim.Öküz gibi burnunun dikine gidersen bir halt anlamazsın,salak salak konuşursun. Ama ne fayda : ) Öküz öküzdür : )
Hicr 87
Andolsun sana ikililerden yedi ve bu büyük Kur'ân'ı verdik.
alala yine ikili ( doğrusu ikişerden yedi : )
Daha Kuran'ın birşeyi nasıl anlattığını anlayamayan zekasız ateistler yada klasikçiler hangi akılla Kuran hakkında fikir yürütüyorlar ?
Bunu göremeyecek kadar kör olan,bunu göremeyecek kadar burnunun dikine giden hiçbir halt anlayamaz ! Hele ki böyle konuları hiç anlayamaz !
Kur'an'ın yarısı bu ikişerli yapıdan bahsediyor haberleri varmı acaba ? İbrahimin topukları üzerine doğrulttuğu şey dahil bu ikişerlidir.
Bunu anlayamayacak kadar kör olanlar bizimle bu konuda nasıl tartışacak acaba ? Siz biraz cesur olun yeter. Sizin akılsız cesaretiniz ile sizin aklınızı alırız.
:) Herhalde sadece onlar değil.
Adem-eyyub
Zekeriya - imran
Süleyman-zülkarneyn.
İsa-yahya
ve diğerleri.Sadece isa ve yahya değil anlayacağın.
Zekeriya mihrap'te serilmiş serpilmiş Meryem'i görünce bana bir oğlan diyor:)
Kız sana bu meyveler sana nerden geliyor diyor.Kız hepsi senin mi vakası yani.
Meryem'de benim oğlummu aman tanrım diyor :p
İşi pişiriyorlar.
Ve Yahya İsa doğuyor.
Neyse yobaz yahudiler tapınağa adanmış bir kızın hamile olmasına ve bunun Zekeriya'dan olmasına dayanamazlardı zaten.Hem Zekeriya hem Meryem bunu saklıyor.
Konuya keşke biraz hakim olarak yazılınsa. İsa'nın babasız olduğu Roma uydurmasıdır. Yazık bu seviyeye, biraz okuyun artık , okuyun.
Delinin biri kuyuya taş atmış ne ateisti ne dincisi çıkarabiliyor.
İlla müdahalemi edelim. :D
Kavga gürültüye gerek yok, hep beraber makul ve mantıklı olanı arıyoruz.
Ateist ya da dindar farketmez.
Neticede aklen hepimiz hem fikiriz ki dölleyen ve döllenen olmadan çocuk sahibi olunamıyor, ki mevzu tam da milat yani 0 tarihi... Bundan yaklaşık 2010 yıl öncesi...
Ve mevzu olan aktarım ise 1400 yıl öncesine ait...
Şöyle gidelim. Kuran kitabında, İsanın babasız olduğuna dair bir ifade var mı? İma demiyorum, ifade, ayet, söylem, bariz anlatım var mı?
Bence yok. Hiç de olmadı.
Muhammed sıfatlı kişi de o Tanrının oğlu efsanesini yerle bir etmiştir aslında... Ve düşünün ki binlerce insan da onun ardından gitmiş ve "evet İsa Tanrının oğlu değildir" diyebilmiştir.
Bugün için bu durum bize sıradan gelse bu tabunun yıkılması cesaret işidir.
Bunun yanı sıra sorulması gereken ilk soru şudur: Peki babası kim?
İsanın babası vardı demek İsanın babası yoktu demekten milyon kere daha gerçektir.
Meryem 34:
İşte, Meryem oğlu İsa böyleydi. Hakkında kuşkuya düştükleri konunun gerçeği budur.
İsanın babası olduğundan emin olduktan sonra, Kurana tek bir kere bile göz ucuyla bakmanız yeterli, o baba Zekeriyadır.
Birde kuranda şunu der.
İsanın durumu tıpkı Ademin durumu gidir.
Peki bundan ne anlamamız gerekir?
Selam ederim.
İyi de o ayette (Ali İmran 59) "Allah'a göre ...." der...
ALLAH'a göre İsa'nın örneği, Adem'in örneği gibidir; topraktan biçimlendirdikten sonra ona "Ol," dedi ve o da oldu.
Bu, Rabbinden gelen gerçektir; kuşkulananlardan olma.
Sana gelen bu bilgiden sonra her kim bu konuda seninle tartışırsa, de ki: "Gelin, çocuklarımızı, çocuklarınızı, kadınlarımızı, kadınlarınızı çağırarak bizlerle sizler bir araya gelelim ve sonra ALLAH'ın lanetinin yalancıların üzerine olması için lanetleşelim.
İsa'yı da aynen Adem GİBİ topraktan yaratıp ol dedim diyor...
Bu bilgiye sıkı sarıl, kuşku duyma, bu bilgiden sonra halen konuyu tartışan (hacceden) olursa, çağırın tarafları, herkesi, artık kim yalancıysa onu lanetleyin diyor...
Afrodit,senin düşüncene göre adem=isa ise,ve bunların varlığında bir sıkıntı yok ise bu durumda adem=sen,adem=Muhammed vs gibi denklemleri rahatlıkla kurabiliriz.Bu İsa'nın durumu ile Adem'in durumu aynı.Aynı noktaya işaret var.Neden yaratıldığınıda tartışmıyoruz.Nasılını tartışıyoruz.Bu durumda madem İsa normal bir ilişki ile vucut bulmuş.O halde neden sadece isa'nın durumunu Adem ile eşitliyor Kuran ? Özellikle İsa ile eşitlik kuruluyor. Bana göre İsa'nın durumu,birebir adem'in durumunu anlatıyor.Yani bu ayet en başta ki yaratılış şeklini işaret ediyor.Yani Nisa 1 ve Araf 189 da ki tek nefse kadar uzanan bir mantığı olmalı değil mi ?
Afrodit,
köpek bile koyduğu kemiğin yerini biliyor.Düşün,Atatürk'ün yeri belli izi belli.Padişahların belli.Büyük adamların belli.Düşün ki bir peygamber gelecek ve insanlar onun herşeyini anlatacak.yediğinden içtiğine kadar dizeleyecek.Ama nerede yaşadığı bile belli olmayacak.Mezarı olmayacak.Hadi İsa'nın mezarı yok.Hangisinin var ? Hangisinin işareti var ?
Süleyman'a saraylar hamamlar yapıldığı yazıyor.İnanılmaz bir güç olduğu yazıyor.Ortada bir biblo bile yok ! Nerede bu süleyman ? Nerede cinn diye bize kakaladıkları bizden çok hızlı ve güçlü varlıkların inşaaları ? Nerede Süleymanın saltanatı ? Nerede ülkesi ? Nerede onun tarihi ? Kimdir ? Nerede yaşamıştır belli mi ? Ama sümer krallarının bile yeri belli izi belli.Ama kuran peygamberlerinin belli değil.Bu bile düşünmeye değer değil mi ? Hadi hepsini geç.İsa marangozdu,garibandı de.Peki ya davut ? Ya Süleyman ? nerede bunların izleri ?
Kuran bildiğimiz şeyi anlatmıyor.Biz henüz onu adam akıllı anlayamadık
Süleyman kimdir ?
Kuran'dan baktığında Süleyman korkunç güçleri olan biridir.Ama süleyman'ı kişiselleştirdiğin zaman bir adam olur.Ama isminin anlamı ile okuduğun zaman TESLİM ALAN demek olur.Bu teslim alan,melikeye birşey gönderir.Ona TESLİM OL der.Korkunç orduları vardır.TESLİM ALABİLECEK gücü vardır.Melikeye attığı mektupmudur ? KİTABUN KERİM'midir ?
Melike onu nasıl okumuştur ? BESMELE ile değil mi ? Kuran nasıl başlar ? Besmele ile değil mi ? Yani Kuran kendi içinde nasıl atıldığını bile yazar.Süleyman bir insan değil.Bu dünyada değil.Bizim gücümüzde değil.Süleyman bir RAB !
Bir yönetici.Bu hali ile bakınca mitlerden pekte uzak durmuyor.Üstelik dünya bunca sene neyi konuşuyor.Bir 12 almış başını gidiyor.Bunca şeyi silip atabilirmiyiz ? İnsanlık tarihi bunlara neden takılıp durmuş.Yoksa en baştan beri aynı şeyi mi anlatıyor anlatanlar ? Bence aynı şeyi anlatıyorlar.Öyle olmalı.Bize başka onlara başka olabilir mi ?
Bu saydıklarım mantık dışı olabilir.Bu ayrı meseledir.Önemli olan kuran neyi nasıl anlatıyor.İnanılır yada inanılmaz bu ayrı bu başka mesele.Ama bunun üzerinden tartışıyorsan.Bu ne anlatıyor önemli olan onu anlamaktır.
New York’taki Stony Brook Üniversitesi’nden köpekbalığı uzmanı Demian Chapman’ın yaptığı DNA testlerinin, yavru köpekbalığının babasız olduğunu ortaya çıkardı. “Bakire doğum”, bilim dünyasında “döllenme olmadan doğum” (partogenez) olarak adlandırılıyor.
http://arsiv.ntvmsnb...#storyContinues
Bilim adamları ilk kez bir erkeğin spermleri ile döllenmeyen "Kaguya' ismi verilen iki dişi farenin kromozomlarını birleştirerek memeli bir hayvanın doğduğunu açıkladı.Takım bir dişinin yumartası ile başka bir dişinin yumurtasını döllemek suretiyle iki dişi fareden bir yavru fare üretti.Bu aslında birazda sürprizler sonucu oldu.
http://www.genbilim....ent/view/78/52/
Yıllar evvel bir yerde sormuştum, baykuşlar neden sessiz uçarlar diye..
Efendim baykuşlar gece avlanırlar, gece sessizdir, bu avlarına yaklaşırken büyük avantaj sağlar..
İyi de bu evrimsel olarak nasıl oldu?
Bir mutasyon oldu, bazı baykuşlar sesli bazıları sesiz uçuyorlardı..
Sesli uçanlar avlarını kaçırdı, aç kaldılar böylece yok olup gittiler..
Sesli uçabilen baykuş görmedikten sonra hayatta inanmam... :)
Yani uzatmadan bir mutasyon oldu Meryem eşeysiz doğurdu..
İlla görmek gerekir mi?
Bak bu memelilerde de olabiliyormuş hem..
Kardeş bence meryem'in eşeysiz doğurduğu kesin.Ama bu meryem meselesi sürecin en başını yani Adem'ide anlatıyor.
Kuran'ın anlatım tarzına baktığın zaman böyle durumlar mevcut.Örneğinide az çok verdim.Melike ile Süleyman'ın kıssası,bizzat Kur'an'ın nasıl indirildiğini,nasıl indirilmiş olabileceğini anlatan bir kıssadır.Yani sonra gibi görünen süreçte ki örnekler,en başta ki durumların izahlarını içerebiliyor Kuran'da.Dolayısıyla meryem anlatısı ile Adem'in anlatısında benzerlikler aramak çok yanlış gelmiyor bana.Bu anlatım bana göre nisa 1 ve araf 189 a kadar gidiyor.Yani meryem'i geniş anlatarak,ademi dar anlatarak iki anlatımı bir araya koyarak bütünü veriyor kuran.
Bu çok olası.en azından Kuran yöntemi açısından olası.
Meryem:''Benim nasıl çocuğum olabilir? Bana hiçbir insan dokunmamıştır.Ben iffetsiz de değilim'' dedi...Buda mı orijinal metinde yok?
Bu ayette ne insan var ne melek.Beşer kelimesi,büşra kökünden gelir.Müjde anlamındadır.Yani meryem benim nasıl çocuğum olabilir.Bu konuda hiçbir müjde-iyi belirti yok diyor.Üstelik sizin ifadenize göre eğer beşer dediği insan ise cümle iki kere aynı şeyi anlatır olur.Kuran gayet net tek cümlede anlatır.
Yani bana bir insan dokunmadı dedikten sonra iffetsizde değilim demesine gerek yok.Kimse dokunmadıysa ister iffetli ister iffetsiz olsun fark etmez.
Ben sana anlatim kardeş : )
Bu ateistlere söylüyoruz söylüyoruz ama anlamak istemiyorlar.Kuranın anlatım sistemi İKİŞERLİ BENZER şekildedir.Bunu anlamayan olabilir.Ama anlamak istemeyen andavaldır.İlk bakışta klasik algı insanı yanıltabilir.Ama elli kere Kuran ikişerli diye anlatıpta anlamamak ayrı birşeydir.
Ben neredeyse her başlıkta bu yapısal özelliği anlatıyorum ama adamlar odun olduğu için anlamıyor.
Bahsettiğin müteşabih meseleside bu ikişerli yapıyı işaret eder.
şöyle;
Kuran ikişerlidir.İki ana kümeden anlatım yapar.Bunu defalarca söyledim.Kuran'ın anlamı dahi buradan gelir.
Kuran demek : kümeleri bir araya getirerek OKUNAN demektir.Neden bir kitabın anlamı böyle olsun ki ?
Neden olacak yapısal özelliği bu olduğu için elbette.Kuran'ın iki temel kaynağı vardır.
Bunlardan
1.si El-kitab ( dikkat bakara suresi 2.ayet bile bunu işaret ederek başlar )
el-kitab demek,kelimenin anlamındanda anlaşıldığı gibi YAZILIM demektir.Yani varlığın işletim sistemini anlatır.
2.si El-hikmet ( hüküm içeren ayetler )
Bu tür ayetler ise hükümler içerirler.El-kitabı hükümlerler.
İşte bu nedenlede Kuran ikili anlatım yapar.Biri yazılım-işletim sistemi tarafını.Diğeri ise bunların hükümlerini.
Örnek,
İblis = El-kitab yanındandır.Yani bizim yapısal , ruhsal bileşimimizi anlatır.Anlamı ise UMUTSUZLUKLUK demektir.
Şeytan = El-hikmet yanındandır.İblis-umutsuzluk ile hareket edenlerin neticede şeytan ( eşya ile aynı kök ) beyinsizlik üreteceğini söyler.
Yani biri diğerinin hükmüdür.
İşte müteşabih ve muhkem ayırımıda düpedüz bunu anlatır.Bu dingillere elli kere söyledik.Bunu göz ardı ederek Kuran anlaşılmaz.
Mal gibi okunur o kadar !
İşte Kuran'ın bu ikişerli anlatım yapısını anlatan açık bir örnektir bu muhkem müteşabih meselesi.
Muhkem demek : Mu-hkem ( mu-huküm ) hükümlü demektir.Hüküm içeren demektir.Hükümlenmiş demektir.
Müteşabih ise benzeşmeli ( mü-teşabih - teşbih içeren ) demektir.
Düşün ki,sen herşeyi bilen birisin ve bundan 1000 sene öncesinde ki birine arabayı anlatacaksın.
Nasıl anlatabilirsin ?
BENZETEREK !
ARABA DİYEREK DEĞİL !
Kaplumbağa gibi korunaklı-ev gibi , ceylan kadar hızlı vs gibi anlatırsın.Çünkü düşük kademedekilere ancak benzetmeler yolu ile anlatabilirsin.
Onların bildikleri şeylere benzete benzete anlatırsın.
Misal,kadir gecesinde işte bu el-kitab iner der Kuran'da.Ama bu andaval ateist kardeşlere bin kere söylememize rağmen hala kendi bildiklerinde diretirer.Çünkü kafaları basmaz.Kadir gecesi demek,ölçü gecesi demektir.Ve bana göre düpedüz big bang'i anlatır.
Bunuda benzetme ile anlatır.
Bir tohuma benzeterek , müteşabih şekilde anlatır.Başka nasıl anlatabilirdi ki ?
patlamak üzere olan tohum saçılına kadar... der.
Yani yine dönüp dolaşıp İKİŞERLİ anlatım ifade ediliyor.Dediğim gibi Kuran bunu sanıldığından çok çok daha fazla anlatıyor.Çünkü bu onun en temel özelliği.
Müslüman dediğimiz kişiye bu öğretilmeye çalışıyor.Kuran'da bunu açık açık beyan ediyor.
Diyor ki,
Hakikaten Allah mü'minleri minnetdar kıldı zira içlerinde kendilerinden bir Resul ba's buyurdu, onlara Allahın âyâtını okuyor, onları tezkiye ediyor, onlara kitab ve hikmet öğretiyor halbuki bundan evvel açık bir dalâl içinde idiler.
Gören ve düşünen için çok açık değil mi ? Anlamamak için öküz olmak gerekir.
Öyle ki size, kendinizden, size ayetlerimizi okuyacak, sizi arındıracak, size Kitap ve hikmeti öğretecek ve bilmediklerinizi bildirecek bir elçi gönderdik.
Baksana kabak gibi açık söylüyor.Dingil ateist kardeşlerde vay efendim karışık diyor.ulan daha nasıl anlatsın kitap.Düpedüz bunu söylüyor.
Ama el-kitap ne anlamayan bunları ne anlasın ki ? El-hikmet ne anlamayan bunları ne anlasın ki ?
Bunları anlamayan Kuran'ı ne anlasın ki ? Kümeleri toplayarak okunan demek olan anlamını bile bilmeden, dingil dingil okur okadar.
Oysa dedik !
İbrahimin topukları üzerine doğrulttuğu beyt bile bu !!!
BEYT EV DEĞİLLL !
Edebiyatta ki beyit ile aynı kök bu ! İKİLİ DEMEK !
EHLİ BEYT demek bile bunu anlatır. İKİLİNİN EHLİ demektir.Peygamberin ev ahalisi değil ! EHLİ BAŞKA AHALİ BAŞKA ! ayet ehli diyor !
Kuran'ın ne olduğunu bile bilmeyen bunları ne bilsin.Abuk subuk konuşur o kadar.
Yine yanlış yorumlar ve çıkarsamalar.Orjinal metne birçok siteden ulaşabilirsin yanında olması gerekmiyor.
Meryem'in bana kimse dokunmadı ve iffetsiz değilim ifadesi Zekeriya'ya gösterdiği reflex sadece.Çünkü tapınağa adanmışların böyle bir işlevde bulunması mümkün değildi.
Kısacası Meryem'in o tepkisinden sonra bir cinsel ilişki olmadığına dair bir ibare yok.Meryem doğal yollardan Zekeriya'dan hamile kalmıştır.Rabbe kolay olanda daha önce kararlaştırılanda budur:) Doğal süreç yani.
Kardeş ,
Evet tüm anlatıları incelemek bencede gerekli.Benim anlayabildiğim kadarı ile dünyada hep aynı şeyler türevlendirilerek anlatılmış.Kimi zaman bazıları sapmalar göstersede ana hatları genelde aynı.Ben helen,pers ve uzakdoğu anlatımlarını şahsen bilmiyorum ama elbette onlarda buna dahildir. İnsanlar deli değil.Durduk yerde aynı masal heryerde dönmez.Bir sebebi olmalı.Belki biz anlayamamış olabiliriz.Bu kadar uzun zaman dilimi içinde kelimelerin anlamlarına oldukça uzak kalmış olabiliriz.Örneğin geçen gün sümerlerle ilgili bir parça okudum.Orada ''rüzgar'' kelimesinden bahsediyordu ve bugün kesinleşmiştir ki bu kelime gezegenlerin uyduları için kullanılmıştır diyordu.Yani metni düz okumak bizi bugün ki sözlük anlamları ile yanıltabilir.Bu resmen bir bilim.Öyle bizim gibi ucundan köşesinden bakıp bir kalemde çözülecek şeyler değiller.Ama bunlar kesinlikle bilimsel olarak incelenmeli ve gerçek anlamlarına ulaşılmalı. ( Not : Zeistgeist'i izledim.Anlatımını biliyorum.Kur'an'a çokta uzak görmüyorum.Tabi benim algım bazında konuşuyorum )
Aynı durum Kuran içinde söz konusudur.Yani 1400 yıl öncesinin anlatısını sözlüklerle çözmek iş görmüyor her zaman.Bunu kendi çalışmalarımdan anlayabiliyorum.Örneğin İlhan Arsel ile ilgili verdiğin çelişki konularının sadece başlıklarına baktım.Bu kişinin Kuran'ı algılamasına göre değişebilir.Ve benim algıma göre İlhan Arsel ile birçok konuda farklı düşünüyorum.Belkide ben yanılıyorum.Belki siz haklısınız.Bunlar olası şeyler.Akıl saplantılı düşünmedikçe hataları görür.Doğrusu neyse dilerim o doğruya insanlık ulaşır.Bu noktada Kurân'ında önemi yok.Eğer ki yanlışsa değeri yoktur.Yanlışlar terk edilmelidir.Ama benim algım gördüğün gibi başka.Klasik reddiyeler şuan için beni Kuran anlatımından uzaklaştıramadı.Çünkü ben klasik bakmıyor,klasik algılamıyorum.belki klasik olacak ama ben Kuran içinde ne klasik bir namaz,ne klasik bir oruç,ne zekat,ne kurban ne hacc , ne cinn , ne melek , ne cebrail vs vs vs vs görmüyorum.( Bu liste oldukça uzun ). Onun içinde bu tür çelişki konuları bana hitab edemiyor.
Haa ! İlhan Arsel'in iddaalarını klasik temelde algılayanlar için düşünürsek,iddaalarında haklı.Ama mesela benim gibi Kuran'da hayvan kesmeyi görmeyen biri için İlhan Arsel'in bu anlamda ki çelişki iddaaları bana hitab edemiyor.Yada levhi mahfuz konusu.Tamam liste uzun olduğu için tek tek hepsine bakamadım.Ama klasik islam'ın en temel yapı taşlarını oynatarak düşünen ben ve benim gibiler için bunlar gerçekten anlam ifade etmiyor.
Üstelik ben klasikçileri reddeden hanif grubunda dışındayım düşünce olarak.Bu konudada yalnız değilim.Benim gibi düşünen oldukça çok insan var ve sayıları ateistler gibi hızla artmaya başladı.Ve bizim yapacağımız çalışmalar sayesinde bunlar bir süre sonra korkunç bir hızla artacaklar.Buna eminim.Çünkü bu konuda gayet ciddi planlarımız var.
Güçlü ve karşı konulamaz bir atak yapacağız.Ve inan bana,şuan sallantıda olan,aklı ateizm ile teizm arasında bulanan ve Kuran konusunda kafası karışan çok kişi bizim doğrultumuzda etkilenecek.Belkide ateistler bile bundan etkilenecekler.Çünkü başka bir boyutta anlatım yapacağız.Kaldı ki içinizden oldukça sıkı bir ateist arkadaşınız şimdi bizim gibi düşünür durumda.Yani ateizm gibi sıkı bir düşünce yapısındanda dönebilen insanlarda var.Ki,henüz bilgisi olamayan yada aklını kullanma yetisi az çok gelişmiş insanlar içinde biz herkeze karşı avantajlı durumda olacağız.
Yakında bu ülkede ''Bağlılık İlkesi'' olarak bir anlatım duyulacak.Süre vermeyim ama kısmetse bu çok uzak değil.
Bu mantığı hem kabul ediyorum hem edemiyorum.Yani fifti fifti durumundayım : )
Biliyorsun ki bu mantığının dozunu ayarlamazsak din hacı hocanın tekeline girer.Sonra Ademliği külliyen unuturuz.Kaldı ki Adem Kur'an'ın en alt kademesinde ki isimdir.Bana göre bir kişide değildir.Bir durumun adıdır.
Adem durumu.İnsanlığın en alt kademesidir.İsa durumu isa sanırım en üst kademesidir.Kuran içinde ki incil anlatımına bakarsak sanırım zenginliği sembolize ediyor.
Yani rab şöyle dedi öyle mi? ''Bu rabbe kolaydır.şimdi zekeriya seni bi güzel o biçim.oldu bitti iştee
Eyvallah değerli kardeşim.Sen bu nadide fikirlerinle eşsiz mantığınla bin yaşa ok
Zekeriya Meryem'e bu düşüncesini açtığında bir reflex gösteriyor ama Zekeriya bir peygamber ve Meryem'i ikna ediyor.
Zaten Meryem'i tapınakta gören ve onu gördükçe bir oğlan hasretinde olan da Zekeriya.
Elbette bu düşünce size cazip gelmiyor olabilir.Siz babasız doğum ve Bakire Meryem üzerine bir inancın üzerinden yol alıyorsunuz.Malesef bu inancın rabbin gerçek planı ile alakası yok.Siz hayattan ve realiteden kopuk MUCİZE beslemeli İSRAİLİYAT öğretilerini gerçek kabul ediyorsunuz.Tabi asıl gerçeklerde sizin işinize gelmiyor.
Evet Gerçek normal yollardan gayet normal bir cinsel ilişkiyle Zekeriya'dan hamile kalmış.
Size bu gerçeği bildirdiğim için bana teşekür edeceksiniz.
Sevgilerimle.Sen de bin yaşa.
Anlamıyorum sizleri.
Zekeriya ile Meryem beraber olup bir evlat sahibi olmuş.
Neden bu ırz düşmanlığı olsun, neden o. çocuğu denmek istensin?
Gerçek budur, beyinler dumura uğrasa da gerçek budur...
Bir kez daha sorgulamaya başlayın bildiklerinizi...
Gelin beraber yapalım, sırayla sindire sindire sorgulayalım Kuran'ı ve önermelerini...
Ula anlamıyorum sizi, koskoca kainat kendi kendine oluyoda, bir çocuk kendi kendine olamaz mı.? hz.meryem evrim geçirmiş olamaz mı? heee
Kısa ve kesin cevap: Adem nasıl anasız doğdusa, İsa da öyle babasız doğdu. :)
Bu efsaneleri bayağı ciddiye almışız galiba.. Bir de kendisi boncuktan kuş yapmış, sonra bi üflemiş, kuş uçmuş.. Tayyare mi lan bu? Üfürükten uçsun?
Öyle bir über manyak yeteneğim olacak, sonra da üç-beş japon askeri kafalı roma askeri beni çarmıha gerecek.. pehh! Adamın ümüğünü sıkar, kuyruk sokumundan kan alırım, Kamil, kan!
ilahi metinleri anlamanın yada yorumlayabilmenin genel formulü:
Hakikat baştadır tacda değildir
Hararet nardadır sacda değildir
Her ne ararsan kendinde ara
Kudüste Mekkede Hacda değidir
İsa :Aşktır
Yahya:Ego(yani beşeri kişiliktir)
Zekeriya:Tevekkül Yani sabırdır
Meryem:İradeyi külliye yani Süper egonun aklıdır
Man:Sofinin beslendiği Mesellerdir.(Man kafa tabiride buradan çıkmadır)
Bıldırcın :sofinin Oradan oraya seyreden Ve ışık karşısında donup kalan beynidir.
İlahi metinlerde yaşayan kişilikler tarihi kişilik değildirler.
tanrı niye bir çocuğun var oluşunda nefsini ortaya koysun?
Bu kendisine şirktir çünkü tanrının nefsinden oluşmuştur o çocuk yani tanrı soyu demektir.
O halde isa muhammet ten üstündür zira isa tanrının nefsindendir.
Isa tanrıdan falandı filandı ise tanrı onu çarmıha gerilmekten niye men etmedi? Hangi baba oğlunu çarmıha gerdirir?
Bırakın artık bu masalları kardeşim!
Gösterin millete isa'nın eliyle yazdığı bir ayeti!
Gösterin muhammet'in eliyle yazdığı bir ayeti!
Hiç delil yok elde değil mi? Çok üzücü çok!
Açık, net ve gerçekci düşünün.
süleyman = zülkarneyn
Öyle basit bir konu değil bu. Hatta hiçbir ateistin harcı değil bu konu.Burdan yola çıkmak için Kur'an tabelalarına göre hareket etmek gerekir.
Ki bu tabelalar son derece açık olmasına rağmen en kral alimler dahi o tabelaları görmemezlikten gelirler.
Kuran der ki; Bu kitap İKİŞERLİ_BENZER şekilde anlatır.Sözün en güzelini böyle aktarır. Aslına bakarsanız Kuran'ın anlamı zaten bunu gerektirir.
Kuran kelime anlamı olarak ''Kümeleri bir araya getirerek OKUNAN'' demektir. O halde kümeleri ne ola ki ? Ne olduğu gayet net yazarken, hatta bu kümeleri inanan inanmayan herkes onun bir kısmı ''muhkem'' bir kısmı ''müteşabih'' şeklinde tanımlarken,bu kümelerin olduğunu görmezler mi ?
Bir kısmı muhkem bir kısmı müteşabih olan iki kümenin benzer anlatımıdır Kuran.Başka nasıl olabilirdi ki ? Üstelikte tabelasınıda açık açık koymuş.
Bu Kitap sözün en güzelini İKİŞERLİ-BENZER şekilde aktarır. Ki bunu aslında çokkk daha detaylı ve açık şekilde türlü türlü izahta eder ama, hangi müslüman alim dönüp bakacak ki ? Hangi aklı evvet ateist ulan acaba ne diyor şu kitap diye bakacak ki ? Dünyadan haberiniz yok ey ahali ! Kendinizden haberiniz yok ey ahali, elbet Kuran'dan haberiniz olmaz.
Kimdir Zülkarneyn ?
Söylüyor işte Kuran.
İKİŞERLİ-BENZER anlatıyorum okuduğunu anlamıyormusun diyor.
Zülkarneyn = Süleyman'dır.
Eeee , ne olmuş yani ?
Sen burdan yola bir çıkta ne anlatıyor bir bak arkadaş :)
Bak en azından ne bulacağını söyleyim. Hani Kuran içinde birileri BİZ diyerek konuşur. Sanma ki onlar melektir :) Senin bildiğin o kanatlı saydam şeyler masallarda var Kuran'da yok. Onlar o senin bildiğin melekler değil. İşte buradan gidince hem o BİZ diyenlerin kim olduğunu bulursun.
Süleyman = Zülkarneyn.
İnanmadın mı ?
Bak özelliklerine arkadaş. Bak ve gör :)
Bulamayacağın bir ipucu vereyim. Zülkarneyn'in anlamı. İki yakınlık-nesil sahibi demektir.
Süleyman kimlerin sahibidir ?
İns ve Cin
Öyle armut piş ağzıma düş yok.
Bak ve düşün. Haaa, düşünmüyormusun. Bana ne arkadaş, düşünmüyorsan o senin bileceğin iş , derdi bana mı düştü :)
Ben burada Kur'an'ın en temel yapısal özelliğinden bir örnek getirdim. Süleyman = Zülkarneyn özelliği yalnız bunun için yok.
Yahha = İsa
Adem = Eyyub
vs vs vs hepsi için aynı. Kuran İKİŞERLİ BENZER kitap diye ben mi söylüyorum ? Kuran'ın kendisimi öyle söylüyor.
Allah, müteşabih (benzeşmeli), ikişerli bir kitap olarak sözün en güzelini indirdi. Rablerine karşı içleri titreyerek korkanların O'ndan derileri ürperir. Sonra onların derileri ve kalpleri Allah'ın zikrine (karşı) yumuşar yatışır. İşte bu, Allah'ın yol göstermesidir, onunla dilediğini hidayete erdirir. Allah, kimi saptırırsa, artık onun için de bir yol gösterici yoktur.
İblis = Şeytan vs vs vs
Muhkem ve Müteşabih nedir ? Nereden gelir ? Neden Kuran'ın bir kısmı muhkem bir kısmı müteşabih olsun ? Bunun mantığı nedir ?
Eflatun efendi sen bunlardan bir haber versene bize ? Bu işin nedeni ne ? Bu Kuran içinde gayet açık açık anlatılır.Bunca sene orasından girdin eleştirdin,burasından girdin eleştirdin.Yaladın yuttun. O halde bunun nedeninide bilebilirsin. Sana birşey söyleyim.
BUNUN NEDENİNİ BİLMEYEN, KURAN BİLMEZ ! ASLA BİLMEZ ! BUNU BİLMEYEN KURAN BİLMEZ.
Karıncalar konuşurken onları dinleyip konuştuklarını anlayan ve hınzır hınzır gülen, hüthüt kuşuyla muhabbet eden Yahudi kralı Süleyman, güneşi balçıkta batarken(?) gören bizim Zülkayneyn'miş demek... Vay anasını! Bir yerlerde de astral seyahatler yapan taykanot (astronot) olduğunu, yakınlardaki galaksileri ziyarete gittiğini söylüyorlardı...
Müslümanlardaki uydurukçuluk kimsede yok arkedeş...
Karıncalar konuşurken onları dinleyip konuştuklarını anlayan ve hınzır hınzır gülen, hüthüt kuşuyla muhabbet eden Yahudi kralı Süleyman, güneşi balçıkta batarken(?) gören bizim Zülkayneyn'miş demek... Vay anasını! Bir yerlerde de astral seyahatler yapan taykanot (astronot) olduğunu, yakınlardaki galaksileri ziyarete gittiğini söylüyorlardı...
Müslümanlardaki uydurukçuluk kimsede yok arkedeş...
Osiris ismi nereden geliyor ?
Soyu nereye dayanıyor ? Nasıl bir ırktan geliyor ? Onlara ne deniliyor ?
Sümerliler,yunanlılar,hititliler delimiydi ki, 5 tonluk kayaları taşıyıp taşıyıp bu adamların öykülerini yazmışlar ?
İşte Kuran bu bilgilerle aslında çok yakın şeyleri anlatıyor.Tabi anlayana !
Zülkarneyn ve Süleyman'da böyle bir anlatımdır.
Müslüman !
Mü-slüman !
Mü-s(ü)lüman !
Kim bu süleyman ? Yoksa müslümanım diyen bilmediği birşey mi söylüyor ?
İslam kelimesi SLİM kökünden gelir.Günlük dilimizdede kullandığımız TESLİM ( te-SLİM ) kelimesi buradan gelir.
Kuran içindede islam olun denilen birçok ayetin orjinalinde bu kelime geçer.TESLİM olun denir.Mealleri İslam olun şeklinde yapılır.
İşte Süleyman kelimeside aynı kökten gelir.SLİM kökünden türevlidir.
Süleyman'ın anlamı ''TESLİM ALAN'' demektir.
Dikkat ederseniz melikeye TESLİM OL diyen odur.
Yoksa bize İSLAM OLUN diyen ''Süleyman'' olmasın ?
Anlamı zaten bu ! TESLİM ALAN !
Mü-slüman kelimesi ise TESLİM OLAN demektir.
Bu konuyu anlatmayı pek düşünmüyorum. Ama ipuçlarını veriyorum.
Süleyman'ı ve melike kıssasını orjinal metni ile birlikte okuyun. Olay aslında gayet net anlatılır.
Size bir ipucu daha. Süleyman Kuran içinde ''BİZ'' diyen gruptan biridir. O ''BİZ'' diye hitab edip, HALAK eden HELAK eden gruptan biridir.Özelliklerine dikkat edin !
Dostlar, Kuran'da bildiğimiz şeyler anlatılmıyor.
Tamam inkar edilir o ayrı mesele. Ama bildik şeyler anlatılmıyor.Hemde kesinlikle anlatılmıyor.
Süleyman için düpedüz apaçık bir örnek daha vereyim.Neredeyse doğrudan söylemiş gibi açık yazacağım.
Rabbi ona teslim ol dediğinde, Alemlerin Rabbine teslim oldum dedi.
İşte burada süleymanı bir yere koyacak olursak, ilk kısımda ki teslim ol diyen kişi Süleymandır ! Alemlerin Rabbi olan Allah'tır.
Bunlar mantıklı mı ?
Bunun mantığını konuşmuyorum.Kuran içinde anlatılan şeyin içsel mantığını konuşuyorum.
Kuran'ın yaşam sistemini bu mantığı anladıktan sonra çözebiliriz.
1 kere yaşamıyoruz !
YES !
1000 KERE YAŞIYORUZ !
Varacağımız yerlerden biride bu son cümle :)
Şaka gibi gelebilir.AMA GERÇEK !
Allahın kim olduğunu öğrendik sonunda oh be ömrüm aramakla geçtiydi.
Allah bizim Süleymanmış ya.
R.İ.Eliaçık. ''Yol kenarında ki dikili taş''
Burada anlatılan o değil Kireç kardeş. O hikaye melikenin , mabede girmesi ile biter.Orada mantığı yok olur gider.Melike mabede girdiğinde ölmüştür.
Melikeler , kralların sarayına tek başlarına girmezler.Kavmi arkadan gelmez ! Bu kıssada korkunç şeyler anlatılır.
Bu kıssada Kur'an'ın nasıl indirildiği anlatılır.
Melikeye atılan mektup denilen kelimenin orjinali ''Kitabun Kerim''dir.
Melike o Kitabun kerimi nasıl okur ? BESMELE ile !
Peki mevcut Kur'an nasıl başlar ? BESMELE ile !
Huddud ? Hüda,hidayet ile aynı kök.
Bakara 5.ayete bir bak.
Rablerinden bir hidayet ( hüdhüd ) ulaşanlar...
Orada R.İ.Eliaçığın anlattığı şey anlatılmıyor !
Ki bu tabelalar son derece açık olmasına rağmen en kral alimler dahi o tabelaları görmemezlikten gelirler.
Kuran der ki; Bu kitap İKİŞERLİ_BENZER şekilde anlatır.Sözün en güzelini böyle aktarır. Aslına bakarsanız Kuran'ın anlamı zaten bunu gerektirir.
Kuran kelime anlamı olarak ''Kümeleri bir araya getirerek OKUNAN'' demektir. O halde kümeleri ne ola ki ? Ne olduğu gayet net yazarken, hatta bu kümeleri inanan inanmayan herkes onun bir kısmı ''muhkem'' bir kısmı ''müteşabih'' şeklinde tanımlarken,bu kümelerin olduğunu görmezler mi ?
Bir kısmı muhkem bir kısmı müteşabih olan iki kümenin benzer anlatımıdır Kuran.Başka nasıl olabilirdi ki ? Üstelikte tabelasınıda açık açık koymuş.
Bu Kitap sözün en güzelini İKİŞERLİ-BENZER şekilde aktarır. Ki bunu aslında çokkk daha detaylı ve açık şekilde türlü türlü izahta eder ama, hangi müslüman alim dönüp bakacak ki ? Hangi aklı evvet ateist ulan acaba ne diyor şu kitap diye bakacak ki ? Dünyadan haberiniz yok ey ahali ! Kendinizden haberiniz yok ey ahali, elbet Kuran'dan haberiniz olmaz.
Kimdir Zülkarneyn ?
Söylüyor işte Kuran.
İKİŞERLİ-BENZER anlatıyorum okuduğunu anlamıyormusun diyor.
Zülkarneyn = Süleyman'dır.
Eeee , ne olmuş yani ?
Sen burdan yola bir çıkta ne anlatıyor bir bak arkadaş :)
Bak en azından ne bulacağını söyleyim. Hani Kuran içinde birileri BİZ diyerek konuşur. Sanma ki onlar melektir :) Senin bildiğin o kanatlı saydam şeyler masallarda var Kuran'da yok. Onlar o senin bildiğin melekler değil. İşte buradan gidince hem o BİZ diyenlerin kim olduğunu bulursun.
Süleyman = Zülkarneyn.
İnanmadın mı ?
Bak özelliklerine arkadaş. Bak ve gör :)
Bulamayacağın bir ipucu vereyim. Zülkarneyn'in anlamı. İki yakınlık-nesil sahibi demektir.
Süleyman kimlerin sahibidir ?
İns ve Cin
Öyle armut piş ağzıma düş yok.
Bak ve düşün. Haaa, düşünmüyormusun. Bana ne arkadaş, düşünmüyorsan o senin bileceğin iş , derdi bana mı düştü :)
Ben burada Kur'an'ın en temel yapısal özelliğinden bir örnek getirdim. Süleyman = Zülkarneyn özelliği yalnız bunun için yok.
Yahha = İsa
Adem = Eyyub
vs vs vs hepsi için aynı. Kuran İKİŞERLİ BENZER kitap diye ben mi söylüyorum ? Kuran'ın kendisimi öyle söylüyor.
Allah, müteşabih (benzeşmeli), ikişerli bir kitap olarak sözün en güzelini indirdi. Rablerine karşı içleri titreyerek korkanların O'ndan derileri ürperir. Sonra onların derileri ve kalpleri Allah'ın zikrine (karşı) yumuşar yatışır. İşte bu, Allah'ın yol göstermesidir, onunla dilediğini hidayete erdirir. Allah, kimi saptırırsa, artık onun için de bir yol gösterici yoktur.
İblis = Şeytan vs vs vs
Muhkem ve Müteşabih nedir ? Nereden gelir ? Neden Kuran'ın bir kısmı muhkem bir kısmı müteşabih olsun ? Bunun mantığı nedir ?
Eflatun efendi sen bunlardan bir haber versene bize ? Bu işin nedeni ne ? Bu Kuran içinde gayet açık açık anlatılır.Bunca sene orasından girdin eleştirdin,burasından girdin eleştirdin.Yaladın yuttun. O halde bunun nedeninide bilebilirsin. Sana birşey söyleyim.
BUNUN NEDENİNİ BİLMEYEN, KURAN BİLMEZ ! ASLA BİLMEZ ! BUNU BİLMEYEN KURAN BİLMEZ.
Karıncalar konuşurken onları dinleyip konuştuklarını anlayan ve hınzır hınzır gülen, hüthüt kuşuyla muhabbet eden Yahudi kralı Süleyman, güneşi balçıkta batarken(?) gören bizim Zülkayneyn'miş demek... Vay anasını! Bir yerlerde de astral seyahatler yapan taykanot (astronot) olduğunu, yakınlardaki galaksileri ziyarete gittiğini söylüyorlardı...
Müslümanlardaki uydurukçuluk kimsede yok arkedeş...
Karıncalar konuşurken onları dinleyip konuştuklarını anlayan ve hınzır hınzır gülen, hüthüt kuşuyla muhabbet eden Yahudi kralı Süleyman, güneşi balçıkta batarken(?) gören bizim Zülkayneyn'miş demek... Vay anasını! Bir yerlerde de astral seyahatler yapan taykanot (astronot) olduğunu, yakınlardaki galaksileri ziyarete gittiğini söylüyorlardı...
Müslümanlardaki uydurukçuluk kimsede yok arkedeş...
Osiris ismi nereden geliyor ?
Soyu nereye dayanıyor ? Nasıl bir ırktan geliyor ? Onlara ne deniliyor ?
Sümerliler,yunanlılar,hititliler delimiydi ki, 5 tonluk kayaları taşıyıp taşıyıp bu adamların öykülerini yazmışlar ?
İşte Kuran bu bilgilerle aslında çok yakın şeyleri anlatıyor.Tabi anlayana !
Zülkarneyn ve Süleyman'da böyle bir anlatımdır.
Müslüman !
Mü-slüman !
Mü-s(ü)lüman !
Kim bu süleyman ? Yoksa müslümanım diyen bilmediği birşey mi söylüyor ?
İslam kelimesi SLİM kökünden gelir.Günlük dilimizdede kullandığımız TESLİM ( te-SLİM ) kelimesi buradan gelir.
Kuran içindede islam olun denilen birçok ayetin orjinalinde bu kelime geçer.TESLİM olun denir.Mealleri İslam olun şeklinde yapılır.
İşte Süleyman kelimeside aynı kökten gelir.SLİM kökünden türevlidir.
Süleyman'ın anlamı ''TESLİM ALAN'' demektir.
Dikkat ederseniz melikeye TESLİM OL diyen odur.
Yoksa bize İSLAM OLUN diyen ''Süleyman'' olmasın ?
Anlamı zaten bu ! TESLİM ALAN !
Mü-slüman kelimesi ise TESLİM OLAN demektir.
Bu konuyu anlatmayı pek düşünmüyorum. Ama ipuçlarını veriyorum.
Süleyman'ı ve melike kıssasını orjinal metni ile birlikte okuyun. Olay aslında gayet net anlatılır.
Size bir ipucu daha. Süleyman Kuran içinde ''BİZ'' diyen gruptan biridir. O ''BİZ'' diye hitab edip, HALAK eden HELAK eden gruptan biridir.Özelliklerine dikkat edin !
Dostlar, Kuran'da bildiğimiz şeyler anlatılmıyor.
Tamam inkar edilir o ayrı mesele. Ama bildik şeyler anlatılmıyor.Hemde kesinlikle anlatılmıyor.
Süleyman için düpedüz apaçık bir örnek daha vereyim.Neredeyse doğrudan söylemiş gibi açık yazacağım.
Rabbi ona teslim ol dediğinde, Alemlerin Rabbine teslim oldum dedi.
İşte burada süleymanı bir yere koyacak olursak, ilk kısımda ki teslim ol diyen kişi Süleymandır ! Alemlerin Rabbi olan Allah'tır.
Bunlar mantıklı mı ?
Bunun mantığını konuşmuyorum.Kuran içinde anlatılan şeyin içsel mantığını konuşuyorum.
Kuran'ın yaşam sistemini bu mantığı anladıktan sonra çözebiliriz.
1 kere yaşamıyoruz !
YES !
1000 KERE YAŞIYORUZ !
Varacağımız yerlerden biride bu son cümle :)
Şaka gibi gelebilir.AMA GERÇEK !
Allahın kim olduğunu öğrendik sonunda oh be ömrüm aramakla geçtiydi.
Allah bizim Süleymanmış ya.
R.İ.Eliaçık. ''Yol kenarında ki dikili taş''
Burada anlatılan o değil Kireç kardeş. O hikaye melikenin , mabede girmesi ile biter.Orada mantığı yok olur gider.Melike mabede girdiğinde ölmüştür.
Melikeler , kralların sarayına tek başlarına girmezler.Kavmi arkadan gelmez ! Bu kıssada korkunç şeyler anlatılır.
Bu kıssada Kur'an'ın nasıl indirildiği anlatılır.
Melikeye atılan mektup denilen kelimenin orjinali ''Kitabun Kerim''dir.
Melike o Kitabun kerimi nasıl okur ? BESMELE ile !
Peki mevcut Kur'an nasıl başlar ? BESMELE ile !
Huddud ? Hüda,hidayet ile aynı kök.
Bakara 5.ayete bir bak.
Rablerinden bir hidayet ( hüdhüd ) ulaşanlar...
Orada R.İ.Eliaçığın anlattığı şey anlatılmıyor !
hz süleymanın emrindekiler
Hz. Süleyman'ın ordusundaki kuşların ve karınca vadisinde karşılaştığı karınca topluluğunun cin olabileceklerine kısaca değinmiştik. Bu canlıların son derece şuurlu davrandıklarına dikkat çekmiştik. Özellikle karınca vadisindeki karınca topluluğunun hiçbir hayvanda görülmeyen bir şuur sergilediklerini, Hz. Süleyman'ın ordularını tanıyıp, kendilerini nasıl korumaları gerektiğinin bilincinde olduklarını ifade etmiştik.
Bu bölümde de Hz. Süleyman kıssasında ismi geçen diğer bazı canlıların benzer özelliklerine değineceğiz.
(Hüdhüd) Derken uzun zaman geçmeden geldi ve dedi ki: "Senin kuşatamadığın şeyi, ben kuşattım ve sana Saba'dan kesin bir haber getirdim. Gerçekten ben, onlara hükmetmekte olan bir kadın buldum ki, ona herşeyden verilmiştir ve büyük bir tahtı var. Onu ve kavmini, Allah'ı bırakıp da güneşe secde etmektelerken buldum, şeytan onlara yaptıklarını süslemiştir, böylece onları (doğru) yoldan alıkoymuştur; bundan dolayı onlar hidayet bulmuyorlar."
(Neml Suresi, 22-24)
Ayetlerde görüldüğü gibi, Hüdhüd son derece şuurlu hareket eden bir varlıktır. Sebe Ülkesi'ne gitmiş, orada detaylı bir istihbarat faaliyetinde bulunmuş ve geri geldiğinde öğrendiği herşeyi son derece tutarlı yorumlarla Hz. Süleyman'a aktarmıştır.
(Süleyman:) "Durup bekleyeceğiz, doğruyu mu söyledin, yoksa yalancılardan mı oldun?" dedi. "Bu mektubumla git, onu kendilerine bırak sonra onlardan (biraz) uzaklaş, böylelikle bir bakıver, neye başvuracaklar?" (Neml Suresi, 27-28)
Hüdhüd'ün açıklamasının ardından Hz. Süleyman ona yeni bir görev vermiştir. Bunlar herhangi bir kuşun yapabileceği işler değildir. Burada karşımıza, Hüdhüd'ün sıradan bir kuş değil, bir cin olma ihtimali çıkmaktadır.
İkinci ihtimal ise, Hüdhüd'ün bir kuş olup, cinlerin yönlendirmesiyle hareket ediyor olmasıdır.
Yeryüzünde hiçbir canlı ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi ümmetler olmasın. Biz Kitap'ta hiçbir şeyi noksan bırakmadık, sonra onlar Rablerine toplanacaklardır.
(Enam Suresi, 38)
Kuşları denetledikten sonra dedi ki: "Hüdhüd'ü neden göremiyorum, yoksa kaybolanlardan mı oldu?"
(Neml Suresi, 20)
Ayette Hüdhüd için "kaçtı", "gitti" gibi ifadeler kullanılmamakta "kaybolanlardan olduğu" söylenmektedir. Burada kaybolma kelimesi ile dikkat çekilen, cinlerin, insanların kendilerini görebilecekleri boyuttan çıkıp, kendi boyutlarına geçmeleri ve bir anda "görünmez" hale gelmeleri olabilir.
Hani ona akşama yakın, bir ayağını tırnağı üstüne diken, öbür üç ayağıyla toprağı kazıyan, yağız atlar sunulmuştu. O da demişti ki: "Gerçekten ben, mal (veya at) sevgisini Rabbimi zikretmekten dolayı tercih ettim." Sonunda bu atlar (koştular ve toz) perdesinin arkasına saklandılar. "Onları bana geri getirin" (dedi). Sonra (onların) bacaklarını ve boyunlarını okşamaya başladı.
(Sad Suresi, 31-33)
Ayetlerde söz edilen atların da Hüdhüd gibi "toz perdesinin arkasına saklanarak" gözden kaybolmaları dikkat çekicidir. Buradaki perde arkasında saklanma da atların cinlerden olup, insanların göremeyeceği cin alemine bir anda geçmelerine işaret olabilir.
Veya bunlar gerçekten at olup, cinler tarafından yönlendiriliyor da olabilirler. Ayette geçen "... Onları bana geri getirin..." ifadesi, bu atların başkaları tarafından Hz. Süleyman'a getirildiğini açıklamaktadır ki, bunlar da cinler olabilir.
Böylece onun (Süleyman'ın) ölümüne karar verdiğimiz zaman, ölümünü, onlara, asasını yemekte olan bir ağaç kurdundan başkası haber vermedi. Artık o, yere yıkılıp-düşünce, açıkca ortaya çıktı ki, şayet cinler gaybı bilmiş olsalardı böylesine aşağılanıcı bir azab içinde kalıp-yaşamazlardı. (Sebe Suresi, 14)
Yine yukarıdaki ayette "ağaç kurdu" olarak geçen, Arapçası ise "dabbetü'l-arzi" olan canlının da bir cin olma ihtimali vardır. (En doğrusunu Allah bilir)
Andolsun, Biz Süleyman'ı imtihan ettik, tahtının üstünde bir ceset bıraktık. Sonra (eski durumuna) döndü. (Sad Suresi, 34)
Hz. Süleyman'ın tahtı üzerine bir deneme olarak bırakılan cesedin de bir cin cesedi olma ihtimali vardır. Ceset taht üzerine bırakılmış, sonra da bir anda cinler alemine geri alınmış olabilir. Ayette geçen "... Sonra (eski durumuna) döndü." şeklindeki ifade böyle bir olayın gerçekleştiğine işaret ediyor olabilir.
Tahtın üzerine bırakılanın bir insan cesedi olup, cinler tarafından bir anda geri alınıyor olması da mümkündür. Nitekim Süleyman kıssasında cinlerden bir İfrit'in Sebe Melikesi'nin tahtını çok kısa bir sürede bir yerden bir yere getirtebileceği de ifade edilmektedir.
Bu bölümde de Hz. Süleyman kıssasında ismi geçen diğer bazı canlıların benzer özelliklerine değineceğiz.
(Hüdhüd) Derken uzun zaman geçmeden geldi ve dedi ki: "Senin kuşatamadığın şeyi, ben kuşattım ve sana Saba'dan kesin bir haber getirdim. Gerçekten ben, onlara hükmetmekte olan bir kadın buldum ki, ona herşeyden verilmiştir ve büyük bir tahtı var. Onu ve kavmini, Allah'ı bırakıp da güneşe secde etmektelerken buldum, şeytan onlara yaptıklarını süslemiştir, böylece onları (doğru) yoldan alıkoymuştur; bundan dolayı onlar hidayet bulmuyorlar."
(Neml Suresi, 22-24)
Ayetlerde görüldüğü gibi, Hüdhüd son derece şuurlu hareket eden bir varlıktır. Sebe Ülkesi'ne gitmiş, orada detaylı bir istihbarat faaliyetinde bulunmuş ve geri geldiğinde öğrendiği herşeyi son derece tutarlı yorumlarla Hz. Süleyman'a aktarmıştır.
(Süleyman:) "Durup bekleyeceğiz, doğruyu mu söyledin, yoksa yalancılardan mı oldun?" dedi. "Bu mektubumla git, onu kendilerine bırak sonra onlardan (biraz) uzaklaş, böylelikle bir bakıver, neye başvuracaklar?" (Neml Suresi, 27-28)
Hüdhüd'ün açıklamasının ardından Hz. Süleyman ona yeni bir görev vermiştir. Bunlar herhangi bir kuşun yapabileceği işler değildir. Burada karşımıza, Hüdhüd'ün sıradan bir kuş değil, bir cin olma ihtimali çıkmaktadır.
İkinci ihtimal ise, Hüdhüd'ün bir kuş olup, cinlerin yönlendirmesiyle hareket ediyor olmasıdır.
Yeryüzünde hiçbir canlı ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi ümmetler olmasın. Biz Kitap'ta hiçbir şeyi noksan bırakmadık, sonra onlar Rablerine toplanacaklardır.
(Enam Suresi, 38)
Kuşları denetledikten sonra dedi ki: "Hüdhüd'ü neden göremiyorum, yoksa kaybolanlardan mı oldu?"
(Neml Suresi, 20)
Ayette Hüdhüd için "kaçtı", "gitti" gibi ifadeler kullanılmamakta "kaybolanlardan olduğu" söylenmektedir. Burada kaybolma kelimesi ile dikkat çekilen, cinlerin, insanların kendilerini görebilecekleri boyuttan çıkıp, kendi boyutlarına geçmeleri ve bir anda "görünmez" hale gelmeleri olabilir.
Hani ona akşama yakın, bir ayağını tırnağı üstüne diken, öbür üç ayağıyla toprağı kazıyan, yağız atlar sunulmuştu. O da demişti ki: "Gerçekten ben, mal (veya at) sevgisini Rabbimi zikretmekten dolayı tercih ettim." Sonunda bu atlar (koştular ve toz) perdesinin arkasına saklandılar. "Onları bana geri getirin" (dedi). Sonra (onların) bacaklarını ve boyunlarını okşamaya başladı.
(Sad Suresi, 31-33)
Ayetlerde söz edilen atların da Hüdhüd gibi "toz perdesinin arkasına saklanarak" gözden kaybolmaları dikkat çekicidir. Buradaki perde arkasında saklanma da atların cinlerden olup, insanların göremeyeceği cin alemine bir anda geçmelerine işaret olabilir.
Veya bunlar gerçekten at olup, cinler tarafından yönlendiriliyor da olabilirler. Ayette geçen "... Onları bana geri getirin..." ifadesi, bu atların başkaları tarafından Hz. Süleyman'a getirildiğini açıklamaktadır ki, bunlar da cinler olabilir.
Böylece onun (Süleyman'ın) ölümüne karar verdiğimiz zaman, ölümünü, onlara, asasını yemekte olan bir ağaç kurdundan başkası haber vermedi. Artık o, yere yıkılıp-düşünce, açıkca ortaya çıktı ki, şayet cinler gaybı bilmiş olsalardı böylesine aşağılanıcı bir azab içinde kalıp-yaşamazlardı. (Sebe Suresi, 14)
Yine yukarıdaki ayette "ağaç kurdu" olarak geçen, Arapçası ise "dabbetü'l-arzi" olan canlının da bir cin olma ihtimali vardır. (En doğrusunu Allah bilir)
Andolsun, Biz Süleyman'ı imtihan ettik, tahtının üstünde bir ceset bıraktık. Sonra (eski durumuna) döndü. (Sad Suresi, 34)
Hz. Süleyman'ın tahtı üzerine bir deneme olarak bırakılan cesedin de bir cin cesedi olma ihtimali vardır. Ceset taht üzerine bırakılmış, sonra da bir anda cinler alemine geri alınmış olabilir. Ayette geçen "... Sonra (eski durumuna) döndü." şeklindeki ifade böyle bir olayın gerçekleştiğine işaret ediyor olabilir.
Tahtın üzerine bırakılanın bir insan cesedi olup, cinler tarafından bir anda geri alınıyor olması da mümkündür. Nitekim Süleyman kıssasında cinlerden bir İfrit'in Sebe Melikesi'nin tahtını çok kısa bir sürede bir yerden bir yere getirtebileceği de ifade edilmektedir.
SÜLEYMAN ALEHİSSELÂM
SÜLEYMAN ALEHİSSELÂM
İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Dâvûd aleyhisselâmın oğludur. Yâkûb aleyhisselâmın neslindendir. Kudüs yakınlarındaki Gazze şehrinde doğdu. Hem peygamber hem sultandı. Çocokluğundan beri bilgili, iyilik ve adâleti seven biri olarak tanınmıştı. On iki yaşındayken babasının yerine geçip, sultan oldu. Daha sonra kendisine Allahü teâlâ tarafından peygamberlik verildi. Dünyâda hâkim olan dört kişiden biridir. Ona peygamberlik verildiği Kur'ân-ı kerimde En'âm sûresi 84. âyette bildirilmektedir. Süleymân aleyhisselâm; ''Yâ Rab! bana hiçbir kimsede bulunmayan bir kudret ve devlet ihsân eyle.'' diye duâ etti. Duâsı kabul edilip, cinlerin, rüzgârın ve hayvanların da insanlar gibi Sülaymân aleyhisselâma itâat etmeleri emredildi. Kendisine ism-i âzam duâsı, bütün mahlûkâtın dili ve ililerin sırları öğretildi. Peygamberlikle birlikte ihsân edilen ilim, hikmet ve sultanlık kudretini, insanları doğru yola kavuşturmakla ve daha iyi bir hayat yaşamaları için kullandı. Şehirlerin kurulması, yeryüzünün imârı, yeşillendirilmesi, fen ve sanatta ilerlemesi için emrindekilerin herbirine iş taksimi yaptı. Yolların yapılması, taşların yontulup kazılması, demircilik ve derin sulara dalgıçlık gibi zor işleri cinlere verdi. Çiftçilik, çobanlık, ticâret, sanat gibi işleri de insanlara verdi. Hayvanları da nöbet tutma, yük taşıyıp çekme gibi işlerle görevlendirdi. İnsanlardan, cinlerden ve hayvanlardan büyük bir ordu kurdu. Hepsi ona tâbi olup, emrine itaat etti. Süleymân aleyhisselâma verilen bu nimetler Kur'ân-ı kerimde bildirilmektedir. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem hadis-i şerifte, onun duâsı hakkında şöyle buyurdu: ''Süleymân aleyhisselâm, Beyt-i Makdis'in binâsını bitirdikten sonra, Allahü teâlâdan üç dilekte bulunmuştur: Kendisinden sonra kimseye nasip olmayan ir mülk ve saltanat, ilâhi hükme uygun hüküm verme kudretinin bahsedilmesi. Yanlız namaz kılmak için Mescid-i Aksâ'yı kastedip gelenlerin analarından doğdukları gibi günahsız hâle gelmeleri. Allahü teâlâ bunlardan ilk ikisini Süleymân aleyhisselâma vermiştir. Üçüncü dileğinin dekabul edilmiş olmasını umarım.'' Babasının temelini attığı, Kudüs'teki Mescid-i Aksâ'yı yapmaya devâm etti. Yedi senede pek sanatkârâne bir şekilde tamamladı. Daha sonra, Kudüs'te büyük bir saray inşâ etmeye başlayıp, on üç senede tamamladı. Bu binâların yapımı sırasında insanlardan ve cinlerden pekçoğu Süleymân aleyhisselâmın emrinde çalışmışlardı. Süleymân aleyhisselâmın zamânında barış, imâr, sanat ve ilim iyice ilerlemişti. Mescid-i Aksâ inşâedilip, çeşmeler, su kanalları yapıldı. Köprüler, barajlar ve evler inşâ edildi. Hükmetinin ve büyüklüğünün şöhreti bütün dünyâya yayıldı. Zamânındaki bütün pâdişâhları ve ileri gelenleri doğru yola sevk etti. Onun zamânında muhteşem bir saltanata sâhip olan Yemen'de, Sebe şehrinde hüküm süren Belkıs'a mektup yazıp, Filistin'e çağırdı. O da gelip, Süleymân aleyhisselâmla görüşerek imân etti. Belkıs'ın Süleymân aleyhisselâmla mektuplaşması ve Kudüs'e gelmesi Kur'ân-ı kerimde Neml sûresinde uzun beyân olunmaktadır.
Süleymân aleyhisselâm, Akabe Körfezinden Fırat kenarına kadar, kırk sene adâletle hüküm sürdü.Diğer hükümdârlar da kendisine bağlılıklarını bildirdiler. Ticâret gemileri yapıp, Kızıldeniz ve Umman Denizinde ticâret yaptırdı. Rüzgâr onun emrine verilmişti. Rüzgâra bibip dilediği yere tahtıyla birlikte kısa zamanda giderdi. Makâmına oturduğunda ve meclis kurduğunda kuşlar üzerine gelip, kanatlarını yanyana gererek bir bulut gibi gölge yaparlar, güneş ve yağmurdan korurlardı. Süleymân aleyhisselâm, beyaz tenli, güzel, nûr yüzlü, saçı sakalı gür olup, beyaz elbise giyerdi. Çok edebli, hep Allah'tan korkar, alçak gönüllü, yüksek şanlıydı. Miskin ve fakirlerle oturur; ''Miskinin miskinlerle oturması uygundur.'' buyururdu. Ömrünün son ânına kadar Allahü teâlânın takdir ettiği izzetle insanları doğru yola sevk etti. Herkes tarafından sevilmiş olup, hiç kimse onun söylediklerine itiraz etmiyor ve onun emri dışına çıkmıyordu. Süleymân aleyhisselâm, bir gün yapılmakta olan büyük bir sarayın inşâsını kontrol etmeye gitmişti. Bu binâ bir su kıyısında çok heybetli bir saraydı. Ustalar işciler, cinler, sarayın tamamlanmasıyla meşguldüler. Sarayın balkonuna çıkıp, kendisini yanlız bırakmalarını, hiç kimsenin yanına yaklaşmamasını emretti. Sonra da balkonun kenarına âsasını (bastonuna) dayanıp durdu ve etrâfı seyrederek tefekküre başladı. Bu sırada ömrü bitip, eceli gelmişti. Azrâil aleyhisselâm gelip; ''Şu an dünyâdaki hayâtının son ânıdır.'' dedi. Süleymân aleyhisselâm: ''Allahü teâlânın takdiri her ne ise o haktır. Rabbime hamdolsun ki, aslâ kimseye zulmetmedim. Rabbimin emrine itaat etmekte gecikmedim. Herkesin dönüşü Allahü teâlâyadır. Görevlendirildiğin emri yerine getir.'' dedi. Süleymân aleyhisselâm asâsına dayandığı halde ayakta vefât edip, uzun bir müddet öylece kaldı. Saray inşâsında çalışanlar ise her gün işlerine muntazaman devâm ediyor, halk da oraya gelip gidiyordu. Süleymân aleuhisselâmı uzakta, ayakta durur vaziyette görüyorlardı. Fakat vermiş olduğu emir üzerine hiç kimse yanına yaklaşmıyordu. Nihâyet asâsının yere temas eden kısmını güve kurdu yiyip asâ kırılınca, cesedi yere yıkıldı. O zaman bu hâlini görenler vefât ettiğini anladılar. Bu husus Kur'ân-ı kerimde Sebe sûresi 14. âyette bildirilmektedir. Süleymân aleyhisselâm her yere hükmettiğinden, zamânında herkes imân etmiş, yeryüzündeki pek az imânsız kimse kalmıştı. Vefâtından sonra, İsrâiloğullarının arasındaki birlik bozuldu, İlyas ve Elyesa aleyhisselâm peygamber olarak gönderildiler. Kur'ân-ı kerimde Bakara 102; Nisâ 163; En'âm 84; Enbiyâ 81,82; Sebe 12, 21; Neml 15'ten 44'e kadar; Sad 30'dan 40'a kadar olan âyetler Süleymân aleyhisselâm hakkındadır. Süleymân aleyhisselâm, Mescid'i Aksâ'ya Mûsâ aleyhisselâmdan beri nesilden nesile geçerek gelen, Tevrât'ın içinde bulunduğu Ahid sandığını (Tâbût-i Sekineyi) koydu. Çünkü Mûsâ aleyhisselâm, ümmetinin âlimlerinden, Tevrât'ın Ahid sandığına konularak muhâfaza edilmesini istemişti. Bu durum Mescid-i Aksâ'nın Buhtunnasar tarafından yıkılmasına kadar devâm etti. Buhtunnasar, Kudüs'ü alınca, şehri yakıp yıktı. Mescid-i Aksâ'da bulunan altın, gümüş ve diğer mücevherleri alıp Bâbil'e götürdü. Buhtunnasar'ın Kudüs'ü yağmalaması esnâsında, hakiki Tevrât ve Zebûr yakılıp yok edildi. Muhtelif kimselerin hatırlarında kalan âyetlerini yazmaları neticesinde, Tevrât isminde birbirlerini tutmayan çeşitli risâleler ortaya çıktı.
Milâddan yaklaşık dört yüz sene evvel yaşamış olan Azra bunları topladı ve şimdiki Ahd-i Atik'teki Tevrât'ı yazdı. Süleymân aleyhisselâmın dokuz çeşit mûcizesi vardır.
Mûcizeleri:
1-Sebe sûresi on ikici âyetinde bildirildiği üzere, rüzgârlar emri altındaydı.
2-Süleymân aleyhisselâm denizi geçmek istediği zaman, suyu çekilerek yol açalır, geçtikten sonra yine kapanırdı.
3- Âyet-i kerimede bildirildiği üzere, bütün cinniler emrindeydi. Ne zaman istese, kendisine, büyük büyük köşkler, sûretler, çanaklar, sâbit çömlekler, tencereler yaparlardı.
4-Süleymân aleyhisselâmın bir mührü vardı. Üzerinde ism-i âzam duâsı yazılıydı. O duâ ile her istediği kolay olurdu.
5- Karıncalara varıncaya kadar her hayvanın sesini işitir, dillerini anlardı.
6-Nereye gitmek istese, rüzgâr emride olduğından, kürsüsünü kaldırır, kürsüsünü berâberinde götürürdü.
7-Cinniler vâsıtasıyla denizdeki incileri, cevherleri yerde bulunan defineleri bilirdi. Kendisine Allahü teâlâ tarafından bildirilmeyen birşey yoktu.
8-Neml Vâdisinde, maiyetiyle berâber bir dağ üzerine konup, kaldığı esnâda o dağın yeşillik, çimenlik olması için, mübârek ellerine bir miktar su alıp, avucuyla o dağa serpti. Derhâl dağın üzeri çayırlık çimenlik oluverdi.
9-Süleymân aleyhisselâm bir yere gittiği vakit, berâberinde duvarlar da giderdi.
Hz. SÜLEYMAN'IN SALTANATI (2)
Hz. Davud'un on dokuz oğlundan Süleyman aleyhisselâm on üç yaşında onun varisi olarak yerine geçti ve insanlar arasında hak ve adalet ile hükümler yerine getirmek hususunda peygamberlik ve hükümdarlık makamını tuttu. Allahü Teâlâ'nın nimetlerini anlatıp teşhir ederek kendilerine verilen faziletli ilmi ve mucizeleri tasdik için halkı davet etmek üzere:
-Ey insanlar! Bize kuş mantıki, kuş dili öğretildi, dedi.
Süleyman aleyhisselâm Allahü Teâlâ'nın kendisine kuş mantıkî ve kuş dilini öğretmesini söylemekle peygamberliğini anlatmış oluyordu. Hükümdarlığını da ifade etmek için şöyle dedi:
-Bize her şeyden verildi. Şüphesiz ki bu öğretilen ilimle verilen servet herhalde apaçık bir ihsandır. Allahü Teâlâ'nın hamd ve senaya lâyık o'an ve mü'min kullarından bir çoğuna bile nasip olmamış bulunan o açık fazilet ve ihsanıdır ki, bunun şükrünü eda etmek için Allah'ın kullarını bu nimetten istifadeye davet etmek bir vazife teşkil eder.
Allahü Teâlâ, Süleyman aleyhisselâma insan, cin ve kuşlardan kurulu ordular ihsan etmişti. Bunlar baştan sona zabt ve mertebelerine göre kumandanlarıyla sevk ve idare olunuyorlardı
Süleyman aleyhisselâm bu muhteşem ordusuyla bir gün yola çıkmıştı. Karınca Vadisi üzerine vardıkları zaman dişi bir karınca arkadaşlarına:
«Ey karıncalar!, yerlerinize, yuvalarınıza çekilin, yoldan savulun; Süleyman ve askerleri sizi kırmasınlar. Bile bile bir karıncayı sebepsiz öldürmezler amma farkında olmazlar da kırar geçirirler. Onun için yerlerinize çekilin de kendinizi kırdırmaya sebep olmayın.» Diyerek edep ve nezaket dâiresinde hakimane bir şekilde maiyyetini korudu ki burada ince bir karınca siyaseti vardır.
Fahruddîni Razî der ki: Bâzı kitaplarda gördüğüme göre karıncanın diğerlerine içeriye girmelerini emretmesi şunun içindir ki kavmi, Süleyman aleyhisselâmın saltanatını görürler de Allahü Teâlâ'nın kendilerine olan nimeti hakkında nankörlüğe düşerler diye korktu. «Sakının sizi kırmasınlar» demekten muradı bu idi, yani kuvvei mâneviyyelerinin kırılması idi. Bu suretle bunda Dünya erbabı ile oturup kalkmanın mahzuruna bir tenbîh vardır.
Bunun üzerine Süleyman aleyhisselâm o karıncanın sözünden gülercesine tebessüm etti. Karıncanın kavmi hakkındaki tedbir ve siyaseti ile kendi askeri hakkındaki güzel görüşü hoşuna gitti. Muhtemelen bir karıncanın bunları medih makamında şuursuzlukla mazur görmesi de
tuhafına geldi. Ve onun bütün bu duygularını Allahü Teâlâ'nın kendisine bildirmesinden de memnuniyetle pek duygulanarak şöyle dua etti:
«Ey Rabbım!. Beni nefsime zabit kıl ki bana ve valideynime ihsan buyurduğun nimetine şükredeyim ve hoşnut olacağın iyi bir amel yapayım ve beni rahmetinle salih kulların içine dahil buyur.»
Süleyman aleyhisselâm bu duâsıyla Rabbından iki şey istedi. Evvelâ kendini nefsine bırakmayıp doğrudan doğruya idare ederek nefsine hâkim kılmasını istedi. Bunda da hususiyle iki maksat gözetti; birisi, kendine ve ana - babasına olan geçmiş nimetlere şükür, diğeri de gelecek için rızaya uygun olacak şekilde iyi hizmetler yapmaya muvaffak olmak, ki bunun ikisi dünyada âhiret sevabının vesilesini talep, ikincisi de, salih kulların içinde rahmetine dahil buyur, diye âhiret sevabının kendisidir. Burada salihlikten murad, tam ve kâmil mânâda bir salihliktir ki, hiç bir günâh lekesi olmayarak Rahman'ın rahmetine kavuşmaktır. Saltanat tecelliyatının harikalar koparıcı bir deminde Hz. Süleyman'ın bu duası ile ibraz ettiği kudsî ruh, fazilet hisselerinin başı olmak lâzım gelen devlet adamlarına çok yüksek ilhamlar verecek dersleri ihtiva eder.
Süleyman aleyhisselâm bu duasından sonra kuşları, uçar kuvvetleri teftiş etti. Devlet adamlığı, Devletin kuvvetlerini ve işlerini parçalarına varıncaya kadar tetkik etmeyi icab ettiriyordu. Bu teftişinde araştırmalarını bitirdikten sonra:
«Ben niye Hüdhüd kuşunu görmüyorum? Yoksa kayıplara mı karıştı? Elbette ona şiddetli bir azap ederim veya boynunu keserim, yahut da bana her halde açık kuvvetli bir delil getirir.»
Kadı Beyzavî'nin naklettiği şekilde rivayet olunuyor ki, Süleyman aleyhisselâm Beyti Makdis'in binasını tamamlayınca hac için hazırlanıp Harem-i Şerife gitti. Burada dilediği kadar kaldıktan sonra Yemen'e doğru yola çıktı. Sabahleyin Mekke'den çıkıp öğleyin San'aya vardı. Buranın arazisi hoşuna gitti ve oraya konakladı, fakat, su bulamadı. Hüdhüd ise keşifçisi idi. Suyu iyi bulurdu.. Bunun üzerine araştırdı bulamadı. Çünkü Süleyman aleyhisselâm indiği sırada o havada bir devir yapmış diğer bir Hüdhüd'ün durduğunu görmüş yanına inmişti, ikisi anlaşmışlar, bunun üzerine onun anlattığını görmek üzere beraber uçmuş daha sonra ikindiden sonra gelip anlatmıştı. Beyzavî bunu naklettikten sonra:
«Allahü Teâlâ'nın taaccüp edilecek kudretinde ve has kullarına bahşettiği hususiyetlerde belki bundan daha büyük şeyler vardır, Onları tanıyanlar tasdik edip hürmet duyarlar, imân sânından olmayan inkarcılar da bıkar ederler» diye bir ihtar yapmıştır.
Burada kuşun bir posta veya keşif teyyaresi gibi düşünülmesi de mümkündür. Tayyareyi gören zamanımız inkarcılarının bunları inkâr etmesi ise büsbütün manasızdır.
Derken bekledi, çok geçmeden Hüdhüd geldi ve mazeretini beyan eden açık ve kat'î bir delil ile gelerek:
«Ben senin henüz varamadığın yere vardım, dolaştım, keşiflerde bulundum. Sence tamam olmayan bilgileri etraflıca kavradım. Sana Sebe'den ehemmiyetli, yakîn bir haber getirdim. Ben orada bir kadın buldum ki onlara hükümdarlık ediyor. Kendisine her şeyden verilmiş ve azametli bir tahtı var. Ben o kadını ve kavmini Allah'a değil, Güneş'e secde eder olarak buldum. Şeytan onlara amellerini yaldızlamış, bu suretle Allah'a secde etmemeleri için kendilerini yoldan sapıtmış da doğru gidemiyorlar. O Allah ki Göklerde ve Yerlerde gizliyi çıkarır ve neyi saklıyorlar, neyi açıklıyorlarsa bilir. Allah'tan başka ilâh yok ancak O, O büyük Arş'ın sahibi O, dedi.
Hüdhüd'ün anlattığı bu kadının ismi Belkıs binti Şerahîl veya Belkıs binti Hed'hâd ibni Şerahbil olarak bildirilmekte ve 20 sene hükümdarlık ettiği kaydedilmektedir.
Hüdhüd'ün ifa ettiği hizmetin zevkiyle neşeli bir şekilde «senin varmadığın yerlere vardım» diye söze başlamasında Süleyman aleyhisselâma Allahü Teâlâ tarafından bir ikaz cilvesi vardır. «Ehemmiyetli, yakîn bir haber getirdim» demesinde, Devlet kapısına arz olunacak haberlerin iyi tahkik olunarak şüpheden salim olmasının lüzumuna işaret vardır. Belkıs'ın servet ve saltanatını azametle vasfetmesi de Hz. Süleyman'ı heyecana getirmek içindir.
Fakat dikkate şayandır ki Süleyman aleyhisselâm Hüdhüd'ün diğer anlattıklarına hiç ehemmiyet vermiyor ancak b kadının ve kavminin Allah'ı bırakıp Güneş'e taptıklarını anlatınca, o vakit:
-Bakalım, doğru musun yoksa yalancılardan mısın? dedi. Böylece Hüdhüd'ün «yakîn bir haber» teminatını kâfi görmedi, haberi vahid ile amel etmedi. Zira bir taraftan başkasının hukuku taalluk ediyordu, aynı zamanda Hüdhüd kaybolmuş olmak itibariyle töhmet altında bulunuyordu. Bu bakımdan tahkik ile amel etmek; gerekiyordu. Bunun için şu emri verdi:
-Şu mektubumu götür de onlara bırak, sonra dön kendilerinden de bak neye varacaklar;
Burada Hüdhüd bir posta hizmetinde kullanılmış oluyor. Fakat bunda bir güvercinin mektup götürmesinden fazla bir şey var. Çünkü bıraktıktan sonra çekilip netice hakkında bir tecessüs yapması da emrolunuyor. Hüdhüd bu emri ifa etti. Onun için Belkıs:
«Ey milletin ayanı, ileri gelenleri, dedi. Bana bakın: Bir mektup bırakıldı bana; çok mühim, Süleyman'dan ve şöyle: «Bismillahir-rahmanirrahîm. Doğrusu bana karşı kafa tutmayın da müslim olarak gelin bana.» Ey milletin eşrafı, ey heyet, bana bir fetva verin. Bu işimde, vereceğim emir hakkında sizler bana şahit olmadıkça, siz hazır olmadıkça ben hiç bir iş yapmış değilim. Şimdiye kadar Devlet işlerinden hiç birinde diktatörlük yapmadım, sizin reylerinizi almadan hiç birini kendiliğimden icra mevldine koymadım, her ne emir verdimse sizlerin huzurlarınızda ve reylerinizi alarak verdim. Onun için bu mektup işinde sizin fetvanızla kuvvet almak istiyorum.» »«Sîzler şehadet etmedikçe» denilmesinden bunların mühim işleri müşavere için huzurunda toplanması mutad olan bir heyet olduğu anlaşılıyor. Bunların her biri on bin kişiyi temsil etmek üzere üç yüz on iki kişi olduğu da rivayet edilmiştir.
Bu heyete irad olunan bu noktada şimdiye kadar hükümet emrinde diktatörlük yapılmamış olması Övülmek ve reylerinin esas tutulmuş olduğu beyan olunmak suretiyle cemile gösterilerek meşveretin ehemmiyeti tesbit edilmiştir ki, bunun zahirî bir parlâmento idaresi emir ve kumandaya müdahale derecesine varmayan meşru bir meşveret ve fetva verme mahiyetinden ileri gitmediği için müfessirler burada yalnız istişarenin ehemmiyetinden bahsetmişlerdir.
Bu heyet Belkıs'a şöyle dediler:
-Biz kuvvet sahipleriyiz ve şiddetli bir harp ehliyiz.
«Biz» diyenler şahıslarını değil, mektuba muhatap "olan topluluğun, yani Devletlerinin kuvvetini kasdederek teslim olmamak için harbetmek lâzım geleceğini düşünerek kuvvetimiz vardır, şiddetli harp edebiliriz diyorlar, / bununla beraber harbetmeyiz demiyorlar; ve emre müdahaleyi uygun görmüyorlar da harp olmaksızın bir çare bulunabildiği takdirde memnun olacaklarını andırır bir şekilde selâhiyeti teslim ve siyasî edebe riayet ile sözü şöyle bitiriyorlar:
-Bununla beraber emir sana aiddir. Bak şimdi ne emrediyorsun? Harp mi yaparsın, yoksa sulha çare mi bulursun? Bunun üzerine Belkıs dedi ki:
-Muhakkak ki hükümdar kısmı bir memlekete harp yoluyla girdikleri vakit onu bozar perişan ederler. Azîz olan ahalisini zelîl kılarlar. Kati, esaret, haps ve yoketme vesaire gibi çeşitli zillet ve felâkete mâruz kılarlar. Böyle de yaparlar mı yaparlar. «Bana kafa tutmayın» diyen Süleyman da böyle yapar. Bu itibarla harpten mümkün olduğu Kadar sakınmak ve memleketi istilâya sebebiyet vermemek icabeder. Ve her halde ben onlara bir hediye ile elçi göndereceğim de bakacağım; gönderilenler ne ile dönecekler? Yani bu şekilile onların huylarını yoklayacağım da ona göre hareket edeceğim. Bakalım mal ile savulabilecek kimseler mi?
Bu karar üzerine gönderilen elçi Süleyman aleyhisselâma vardı. Fakat o bu hediyeyi kabul etmeyerek şu suretle reddetti:
-Mal ile bana imdad mı ediyorsunuz? Allah'ın bana verdiği size verdiğinden daha iyi. Hayır siz hediyenize güveniyorsunuz. Dön onlara, vallahi karşı gelemiyecekleri ordularla varırım da oradan kendilerini zinetler içinde hor, hakir oldukları halde çıkarırım.
Elçiler Belkıs'e varıp Süleyman ale'yhisselâmın dediğini anlattıklarında «bilmiş olunuz ki, vallahi bu sade bir hükümdar değil, biz buna takat getiremeyiz» demiş ve tekrar bir elçi gönderip «milletin beyleriyle huzuruna geliyorum, emrini ve davet ettiğin dinini görmek arzusundayım» diyerek beraberinde büyük bir toplulukla hareket etmiş ve tahtını köşklerinin en sağlam ve muhafazalı yerine koydurup kapıları kilitleyerek ehemmiyetli şekilde emniyet altına aldırmış idi.
Süleyman aleyhisselâm onların hediyelerine güvendiklerini bilmişti. Bunun üzerine hediyelerini tehditli bir şekilde iade edince tekrar geleceklerini de bildiğinden gelir gelmez imânlarına vesile olacak bir harika göstermek istedi ve yanındaki askerlerinin kumandanlarına şöyle dedi: — Ey heyet! O kadının tahtını kendileri bana müslim olarak gelmezden evvel hanginiz getirir?
Cinlerden şer ve kötülükte ileri gitmiş, tuttuğunu devirir, kuvvetli, becerikli, ele avuca girmez bir ifrit:
-Ben o tahtı makamından kalkmadan evvel sana getiririm. Muhakkak ben bu işi yapmaya karşı her hâlde kuvvetliyim, eminim; hem kolay getiririm hem de hiç bir hiyanet etmem, değiştirip bozmadan hiç bir şeyi kaybetmeksizin getiririm, diye te'kidlerle teminatta bulundu.
«Makamından kalkmadan evvel» diyor ki, Süleyman aleyhisselâm'ın makamında her gün sabahtan öğleye kadar oturduğu rivayet edilmektedir.
Nezdinde kitaptan bir ilim bulunan bir zat ise:
-Ben o tahtı sen gözünü kırpmadan evvel getiririm, dedi. Böyle derdemez de Belkıs'ın tahtını yanında durur vaziyette gören Hz. Süleyman şöyle dedi:
-Bu Rabbımın mutad cereyan eden sünnetinden değil, fazıl ve ihsanındandır. Bu beni imtihan için ki, şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü? Her kim şükrederse sırf kendi lehine eder, her kim de nankörlükte bulunursa şüphe yok ki Rabbım ganîdir, kerem sahibidir.
Nezdinde kitaptan bir ilim bulunan bu zatın Hızır aleyhisselâm, Süleyman aleyhisselâmın kendisi ve alimlerin ekserisine göre veziri Asaf ibni Berhıya'dır ki Sıddik olup dua edilince icabet olunan ismi âzami bilirdi. Hz. Süleyman'ın bir mucizesi olmak üzere veziri böyle bir keramet göstermiştir. Şüphesiz ashabından böyle bir kerametin zahir olması kendisinin daha çok yüksekliğine delâlet eder. Ve bu ilim ona verilen ilimden olduğunu anlatır. Bu taht, Hz. Süleyman'ın San'ada bulunduğu rivayetine göre üç günlük mesafeden getirilmiş oluyor. Zira San'a ile Sebe' arası bu kadar zamanda katediliyordu. O sırada San'adan dönüp Şam arzında bulunduğu rivayetine göre ise iki aylık mesafeden getirilmiş olmaktadır. Bu kadar mesafeden bir taht göz kırpıncaya kadar nasıl gelir? Şüphe yok ki bu alelade vak'alardan değil bir keramet ve mucize olmak üzere söz konusudur. Âsaf'ın bunu söylemesi ile getirmesi bir olmuştur. Yani söyleyinceye kadar getirmişti. Çünkü ilmini biliyordu. Bir saniyede binlerce kilometre sür'at, zamanımız fen efkârının düşüncesine alışmış olduğu meselelerdendir. Mühim olan nokta ancak bu hareketi yapmak için tatbik olunacak kuvveti bilmekten ibarettir. Bir sâkiada, bir cereyanda, bir telgrafta görülen bu sür'at bir kütlede de görülebilir. Yalandan tesir icra ettiğini gördüğümüz iradenin bir telsiz gibi uzakta da âmil olduğunu gösteren misâller de yok de'ğildir. Bu cazibe ile cisimlerin fezada uçuştuğu, bir irade ile uzuvların bedende oynadığı gibi bir irade ile afaktaki bir cismin mekân atlaması da Kitap'ta Levhi Mahfuz'da sabit plan ilimdendir.
Tahtın gelmesinden sonra Süleyman aleyhisselâm maiyyetine şu emri verdi:
-O kadın için tahtını yabancılaştırın, o değilden gösterin. Bakalım doğruyu bulacak mı? Kendi tahtı olduğunu bilecek, vaziyeti kavrayacak, hakikati anlayacak mı? Yoksa yola gelmezlerden mi olacak?
Tahtının getirilmiş olması hayret verici bir tasarrufla mülk ve saltanatının elinden alınmış olduğuna delâlet eder. Böyle müthiş bir anda o tahtın, onun tahtı değilmiş gibi gösterilmesinde ve değişiklikler yapılmasında büyük bir nezaket ibraz edilmiş ve bununla Belkıs'ın istidadı üzerinde, bir tecrübe yapılmak istenmiştir.
Belkıs, Süleyman aleyhisselâmın huzuruna geldiği zaman:
-Böyle mi senin tahtın, denildi.
Bu senin tahtın, denilmedi, o değilmiş gibi gösterildi.
Sebe' melikesi Belkıs:
-Sanki o, o bununla beraber bize bundan evvel ilim verildi. Bu mucizeden önce Hüdhüd'ün mektup getirmesi gibi müşahade ve diğer duyduklarımız ile Allahu Teâlâ'nın kudretine ve senin peygamberliğinin doğruluğuna ilmimiz hâsıl oldu. Ve müslüman olduk, inandık teslim olduk, dedi.
Hiç şaşırmadan vaziyeti olduğu gibi kavrayarak idarei kelâm etti. öyle de evvel niye gelmemişti? Daha evvel Allahü Teâlâ'dan başka taptığı şeyler, dünya saltanatı kendisini alıkoymuştu. Çünkü kâfir bir kavimden idi.
Kendisine köşke girmesi söylendiği zaman köşkün etrafını görünce bir deniz sandı ve inciklerinden
Bunun üzerine Süleyman aleyhisselâm:
-O sırçalardan döşenmiş cilâlı, parlak bir meydandır. Bir sırça saray ve içinden meydanına kadar büyük bir havuz yapılıp su salınmış, içine balık vesair deniz hayvanları konulup üzeri şeffaf cam ile döşenmiştir.
O zaman Belkıs şöyle dedi:
-Ey Rabbım!. Şüphe yok ki ben önceden nefsine zulmetmişim, boş şeylere tapmışım. Şimdi Süleyman'ın yanında islâm'a erdim, âlemlerin Rabbı Allah'a teslim oldum.
Müfessirlerin ekserine göre Süleyman aleyhisselâm Belkıs'ı zevceliğe kabul etmiş ve mülkünde bırakmıştır.
Ataları Sebe ibni Yeşcüb ibni Ya'rub ibni Kahta'nın namıyla anılan Sebe kavmi önceleri Güneşe taparlarken, melikeleri Belkıs idaresinde Hz. Süleyman'a itaat ederek memleketlerini kurtardıktan başka hayli yükselmişlerdi. Merkezleri ve meskenleri Yemen'de Me'rib şehri idi.
Vaktiyle bunların iskân ettikleri yerde bir ibret vâki olmuştu. Şöyle ki; sağ ve soldan iki Cennet, iki taraflı bağlar ve bostanlar hal lisanı ile diyorlardı ki:
-Rabbınızın rızkından yiyin de O'na şükredin. Bu nimetlerinin kıymetini bilerek ona göre ibadette bulunun. Çünkü beldeniz bir belde, tayyibe, gayet hoş bir belde. Rabbınız mağfireti çok bir rab. Önün için şükrünü bilin de iyi hizmetler edin.
Fakat buna Sebe'liler itiraz ettiler. On üç peygamberleri kendilerini hakka davet ettikleri halde şükürden kaçındılar, hizmetine bakmadılar. Bu hareketlerinin bir cezası olarak da Allahü Teâlâ üzerlerine Arim deresinin ve seddinin selini salıverdi.
Bu Arim şeddi öyle ihtişamlı idi ki, ilk olarak Sebe ibni Yeşcüti tarafından yapılmış ve ona yetmiş kadar çay akıtılmış, uzak vadilerin selleri içerisine çevrilmişti. Daha sonra Yemen kabilelerinin babası olan Hmıyer tamirler yapmış, Lokmanı Ekber ibni Ad taşlarını kalay ve demirle perçinlemiş, Zülkarneyn inşaalarda bulunmuş, Belkıs da iki dağ arasını taş ve zift ile kapatarak menbâ ve yağmur sularını biriktirmiş, sulama ameliyesi için lüzumu kadar arklar bırakmıştı. Seddin sahası beşbin metrekare olduğu rivayet edilmektedir.
Arîm selinden sonra Sebe kavminin o iki Cennetleri, iki taraflı bağ ve bostanları buruk yemişli, acı ılgınhk, kekremsi sidirlik halinde iki harap Cennete çevrildi. Allahü Teâlâ bunu onlara nimete nankörlüklerinden dolayı belâ kılmıştı. Çünkü o, hep öyle çok nankör olanları cezalandırır.
Allahü Teâlâ Sebe kavmine, mübarek kılıp bereketlendirdiği Şam beldeleri ile sırt sırta bitişik bir vaziyette köyler ihsan etmiş ve o beldelerde gidiş ve gelişleri muayyen ölçü üzere tertip ve tanzimde bulunmuştu. O köylerin her biri yolcular için birer istasyon ve birer konaklık halinde idi; birinden çıkan kişi azık taşımadan, açıkta yatmadan ve tehlike görmeden diğerine gidebiliyördu. öyle ki o açık köyler içinde gecelerce ve gündüzlerce emniyet ve asayiş içinde gidip gelmek imkânı her zaman mevcuttu, öyle intizamlı, öyle emniyetliydi. Ciddî bir süvari iki aydan fazla bu mâmûrelik içinde giderdi ve dört aylık mesafeden ahali yekdiğerinden ateş alıp verirlerdi. Böylece yalnız Sebe değil, Yemen'den Şam'a kadar Arabistan'ın bütün vaziyeti bu şekilde bir mâmûrelik içindeydi ki çok dikkate şayandır.
İşte bu nimete karşı da Sebe'liler nankörlük yaparak:
-Ey Rabbımız, bizim bu seferlerimizin mesafesini uzaklaştır, dediler.
İsrail oğullarının hayır olan yüceyi, aşağı nesneye değişmek istedikleri gibi bunlar da o mâmûriyetten bîzarhk gösterdiler, onların aralarından kalkarak aralarına uzun mesafelerin, sahraların girmesini istediler. Zira belâlarını aradılar. Halis müminlerden ibaret bir bölükten başkası Şeytana uydular, onun ardınca sürüklendiler. Allahü Teâlâ da kendilerini efsânelere, masallara çevirdi ve didik didik darmadağınık etti; Gassan Şam'a katıldı, Emmar Yesrib'e, Cüzam Tihâme'ye, Ezd Umman'a vesaire...
Şüphesiz ki Sebe'lilerin bu kıssasında çok şükredecek her çok sabırlı için elbette alacak delâletler vardır. Çok şükredici olmak için çok sabırlı olmak lâzımdır, işte böyle çok sabırlı olup çok da nimetlere ermek ve çok şükredici olmak şânından olan kimseler için burada mühim ibretler bulunmaktadır. Heva ve heveslerini zabtedip zahmetlere, meşakkatlere tahammül ederek vazife ve ibadetlerine çalışan sabırlı kimseler memleketlerini Allah'ın yardımıyla Cennet gibi imâr eder, nimetlere eserler. Allah'ın pek az olan şükredici kullarından olmak isteyenler de o nimetlerle azmayıp yine sabır ve sebat ile şükrüne başlayarak sabır ehli cihadı içinde bulunurlar..
Hz. Süleyman Beyt'ül Makdis'i yaptırdığı sırada çağırdığı san'atkârlar içinde sanat hilelerine vakıf bir takım Şeytanların kurdukları bir ihtilâl yüzünden bir müddet nüfuzunu yitirmiş yahud tahtından ayrı düşmüş; bu suretle tahtında ya kendisi kuvvetsiz bir cesed hâlinde hükümsüz kalmış, yahud tahtı da işgal olunup ona kırk gün kadar heykel gibi birisi oturtulmuştu. Mason tarihlerinde mason cemiyetlerinin Süleyman aleyhisselâm aleyhine yapılan bu ihtilâl hareketlerini esas kabul ettikleri ve reisinin hatırasına hürmet ettikleri soylenmektedir.
Süleyman aleyhisselâmın mülkünde fitne çıkıp hükümetini kaybettiği zaman insan ve cin şeytanları pek azıtmış, dinsizlikte ileri gitmişti. Bu fitneyi çıkaranlar içinde bir takım hilekâr san'atkârlar da vardı, işte tamamen düşman ve vahiy menbâından uzak olan bu şeytanlar, olan ve olacak hadiseler hakkında kulak hırsızlığı ile bir takım bilgiler edinirler ve bunun birine yüzlerce yalan ve uydurmalar karıştırarak gizli gizli neşriyatta bulunurlardı. Buna vasıta olmak için de kâhinleri seçerler ve onlara telkinler yaparlardı. Bazı haberleri doğru çıktıkça kâhinler bunlara güvenir, bunun yanında binlerce uydurmalar \ da yayarlardı. Derken bu kâhinler bunları topladılar, cin çağırmak ve gönül sinirlemek hakkında türlü türlü sihir ve efsun kitapları yazdılar. Bu arada geçmiş ve gelecek şeyler hakkında haberlere benzer efsâneler, masallar, romanlar, yalanlar, dolanlar neşrettiler. Tarihî hâdise ve hakikatler tahrif olunarak insanların fikirlerini aldatacak yanlış ve eğri yollara sevkedecek hurafeler neşrolunur ve bunlar arasına bâzı ilmî, hikmetli şeyler karıştırılarak suistimal edilirdi. Bu suretle «cinler gaybi biliyor» diye şayi olmuş ve bu şeytanların uydurma ve düzmeleri yüzünden fitne çıkmış, Süleyman aleyhisselâmın hükümeti bir müddet için elinden gitmişti;
Bu fitne olduktan sonra Süleyman aleyhisselâm tevbe ile Allahü Teâlâ'ya sığınıp tekrar tahtına döndü ve şöyle dua etti:
-Ya Rab!. Bana mağfiret buyur, her ne kusur ve hatâ sâdır oldu ise afv ve kereminle ört. Ve bana öyle bir mülk bağışla ki benden kimseye gerekmesin, benim halime münâsip, bana mahsus bir mucize olsun, öyle anlı şanlı bir mülk ver ki ben ona nail olup öldükten sonra «Dünya mülkünün vefası olsaydı Süleyman'a olurdu» denilsin de kimsenin Dünya mülküne hırs ve rağbeti uygun olmasın.
Bu duâsıyla daha ziyâde Dünya mülkü değil, Âhiret mülkünü talep eden Süleyman Aleyhisselâmın bu isteğiyle Allahü Teâlâ onun emrine rüzgârı verdi. O rüzgâr ona bağlı idi ki bir memur gibi onun emriyle tam itaat içerisinde istediği yere akardı. Süleyman aleyhisselâmın emrindeki bu rüzgârın bütün şu rüzgârlar olmayıp hususî bir rüzgâr olduğu ifade edilmiştir. Çünkü diğer rüzgârlar ihtiyaç vakitlerinde umumun menfaati içindir. Yani IIz. Süleyman isterse bütün âlemin rüzgârını tutabilirdi demek değil, havada bir cereyanına tasarruf ctlcbilir ve onunla dilediği yere gidebilirdi. O bir rüzgâr idi ki sabah gidişi bir ay, akşam dönüşü de bir aydı, Şer'an bir günlük yol altı saat olduğuna göre otuz kilometre itibar edilirse gidişi dokuz yüz kilometre, gelişi de dokuz yüz kilometre olarak bin sekiz yüz kilometre mesafe kateder. Burada dünya mülkünün bir rüzgâr gibi gelip geçici olduğuna da bir telmih vardır:
Seyretti heva üzre denir tahtı Süleyman Ol saltanatın yeller eser şimdi yerinde
Allahü Teâlâ, fitnenin menşei olan Şeytanları da Süleyman aleyhisselâmın emrine verdi. Bu Şeytanlar bir takım sanat dehalarına sahip olup üç mertebeye ayrılıyordu. Birinci kısmı her türlü yapıcılık, bina yapma san'atının her çeşidini bilen mimar, usta ve kalfalardı, ikinci kısmı deniz diplerine dalmakta mahir,olan dalgıçlardı. Üçüncü kısmı ise diğer san'atlara vakıf olan insan ve cin şeytanlarını içine almaktaydı. Bunlar şer ve fesadlarına meydan verilmeyecek şekilde birbirlerine zincirlerle çatılı şekilde sıkı bir kayıt ve zabt altına alınmışlardı.
Hz. Süleyman'ın emrine bizim izah edemeyeceğimiz gizli mahlûklar olan Cinlerden de verilmişti. Bu cinler san'at sırlarını bilen san'atkârlardı ki Süleyman aleyhisselâm ne isterse yaparlardı. Çünkü azıcık bir sapma ile yanacak vaziyette ateş kenarında şiddetli bir tazyik içinde çalışıyorlardı. Bunlar Hz. Süleyman'a mihraplar, mescidler, çeşitli nakışlar, çanak şeklinde havuzlar ve gerek topraktan, gerek diğer madenden yerinden kalkmaz, ağır ve sabit çömlekler, tencereler ve kazan gibi yemek pişen kaplar yaparlardı.
Allahü Teâlâ bunlardan başka Süleyman aleyhisselâma ilâhî bir ihsan olan bir san'at ilmiyle erimiş bakır madenini sel gibi akıttı ki bunun Yemen'de vaki olduğu rivayet edilmiştir.
Allahü Teâlâ bu ihsan ve saltanatlarını kendisine bağışladıktan sonra Süleyman aleyhisselâma şöyle buyurdu:
-Bunlar bizim, bahşişimiz, vergimizdir. Artik diledigine kerem et, ihsan et, dilediginden de men et ya Süleyman. Hesap yok. Zira tasarruf sana verilmiştir. Hesabi olmayan bir bahşiştir bu. Dünyada böyle olmakla beraber, şu da muhakkak ki ona huzuru izzetimizde şüphesiz bir yakinlik ve cennette güzel bir merci ve makam vardir.
Süleyman aleyhisselâm emrine verilen bu Şeytanlar ve Cinleri Beyt'ül Makdis'in inşaasinda çaliştiriyor ve onlara bu mukaddes mabedi yaptiriyordu. Allahü Teâlâ da, ömrü tamam olduğu için bu peygamberinin ölümüne hüküm verdi. O Cinlere ve Şeytanlara Hz. Süleyman'in ölümünü sezdiren olmadi. Bir yıl kadar asasina dayali olarak kaldi. Ancak bir güve böcegi yere dayandigi asasini yiyordu. Bu böcegin degnegini yemesi sebebiyle Süleyman aleyhisselâm yere yıkıldığı zaman anlaşıldı ki, Cinler eğer gaybı bilir olsalardi o zilletli azab içinde bekleyip durmazlardi, înşaasına memur olup da bir yilda zahmetle tamamladikları Beyt'ül Makdis'i yapmazlardı.
Süleyman aleyhisselâm mülkünde fitne çikaran Şeytanlar ve Cinleri Allahü Teâlâ'nın yardimiyla mağlûp edip hepsini zapt altında emrine aldıktan sonra, onların meydana getirdiği sihir kitaplarını toplatmış ve tahtının altında bir mahzene gömmüştü. Vefatından bir müddet sonra hakikate âşinâ olan alimler de kalmayınca Şeytanlardan insan suretinde birisi çıkıp: - Ey insanlar!, bilmiş olunuz ki Davud oglu Süleyman peygamber degil bir sihirbazdı; cinleri şeytanları ve rüzgârları hep sihir ile büyülerdi. O neye erdi ise sihir ilmi ile erdi. İnanmazsanız sarayını arayınız, sakladığı kitaplarını bulursunuz, diye ilân etti ve bu kitapların gömülü olduğu yeri gösterdi.
Bunun üzerine orayı açtılar ve hakikaten bir çok kitap çıkardılar. Bunlar sihir ve efsâne kitaplarıydı. Bu vaziyet karşısında «Süleyman sihirbazmış, hükümetini sihir ile idare edermiş» diye şayi oldu. Diğer bazı müfessirlerin rivayetine göre bu kitaplar Hz. Süleyman'ın vefatindan sonra yazılıp gömülmüş ve bir takımlarının üzerine veziri Asaf İbrü Berhiya'nin eseri gibi sahte unvanlar konulmuş, ayni hile ile neşredilmiştir.
Zaten Mısır'dan beri Israil oğulları arasında sihir ve hokkabazlık meşhûl değildi. Fakat bu defa başka bir renk almış; bir taraftan siyasî ve içtimaî entrikalarla Süleyman aleyhisselâmın devleti aleyhinde takip edilmig, diğer taraftan onun dünyayı sihirleyen ilmi diye onun nâmına iftira ile itibar kazandırılmak istenilmiştir. Sonradan İsrail oğulları Süleyman aleyhisselâma bir Peygamber değil, sihirbaz bir hükümdar nazarı ile bakarlarmış. Ve bunun için İsrail oğulları hususiyle hükümetlerini kaybettikten sonra milletler arasında gizli yollarla bu kabil neşriyatı revaçta tutmaktan ve hüner şeklinde sihirbazlık etmekten geri kalmıyorlardı. Ne zaman ki Hatemül enbiya olan Peygamber Efendimiz geldi ve Tevrat'ı söz konusu etti. O zaman dönüp bununla mücadeleye başladılar. «Peygamberlik yolu ile buna karşı koyamayacağız, biz ne yapsak Cibril ona haber veriyor» dediler ve Cibril aleyhisselâma düşman oldular. Tevrat'ı da büsbütün arkalarına atarak sihir ve uydurma yoluna saptılar. Bu şeytanî eserlere uyarak «Süleyman, Muhammed'in dediği gibi Peygamber değildi, sihirbaz bir hükümdardı, sihirlerini mucize gibi gösterirdi» diye iftira ettiler. Bunların iddialarına göre Hz. Süleyman'ın -hâşâ- kâfir olması lâzım geliyordu. Çünkü sinirin bu derecesi küfür olduğunda şüphe yoktur. Halbuki Süleyman aleyhisselâm kâfir değildi. Lâkin otta sihirbaz diyen şeytanlar küfre daldılar ki insanlara sihir öğretiyorlardı, halkı kandırıp sapıtıyorlar ve bunu talim ediyorlardı.
Bu insan ve cin şeytanları sırf kendi uydurmaları olan sihri bir de eski bir medeniyetin beşiği bulunan Babil şehrinde Harut ve Marut ismindeki iki meleğe indirilenleri insanlara, o zamanki İsrail Oğullarına Babillilere ilham yoluyla Allah tarafından bir imtihan ve tecrübe olarak öğrettikleri yaratılış sırlarından bazı garip harikalar, hakikatte sihir değildi, fakat şer ve fesad ehli elinde sihir için kullanılarak küfre öğretiyorlar ve böyle yapmakla kâfir oluyorlardı. Halbuki Harut ve Marut bunu insanlara öğretecekleri zaman «bizim belleteceğimiz şeyler fitneye yönelticidir ve sihir yapılarak kötüye kullanılması küfürdür. Sakın bunları öyle öğrenip ve yapıp da küfre girme» demedikçe ve bu yolda nasihat etmedikçe onları bir kimseye belletmezler, gelişi güzel herkese talim etmezler, suistimalden, küfürden ve sihirden men'ederlerdi. Böylece bazı sırları öğrenen Babil ahalisi bunların şerre de elverişli olduğunu ve suistimalinin küfür olacağını öğrenmişlerdi. O halde bu iki meleke indirilen ve Babil halkına ilham yoluyla öğretilen bu şeyler aslında sihir değildi. Lâkin sihir halinde kullanılabilir ve böyle kullanılması apaçık küfür olurdu. Aslında her ilim muhterem ve büyüklüğü nisbetinde ilmî haysiyetle hayra ve şerre müsaiddir. İlim ne kadar ince ve yüksek olursa şer ve fitne ihtimali de o ölçüde büyük olur. Bundan dolayıdır ki hakkın alâmeti olan hakikî dini, doğru yolu isbat ve kuvvetlendirmek için Allahü Teâlâ tarafından ihsan olunan mucizeler, kerametler, ve sair ilimler, hikmetler, feriler bahane kabul edilerek âlemde ne kadar melanetler ve küfürler yayılmıştır ki bunların hepsi haram ve küfür olan sihir cümlesine dahildir. Bu ise ilmin aslındaki ilmî haysiyeti değil, amelî haysiyetidir, ilim güzel kullanılırsa zehirlerden ilâçlar yapılır, kötüye kullanıldığı takdirde ilâçlardan zehirler husule getirilir. Hattâ bunun için şeriat alimlerinin ekseri şunu istidlal ve istinbat etmişlerdir: Zatînde şer'an haram olan hiç bir ilim yoktur. Hattâ şerrinden korunmak için sihri bilmek bile haram değildir. Ancak yapmak haramdır ve küfürdür. Öğreniminin de bu haysiyetle kayıtlı bulunması, gerekir. Hâsılı sihrin mahiyeti asıl amelî haysiyetlidedir ve sihir bir amelî ilimdir. Bir, şer ve hile sanatıdır. Ve bu amel baza hakikat ilimlerine kayıtlı olabilir ve onların suistimali ile sihir yapılır; meselâ, elektrik bahsi bugün mühim bir ilim ve elektrikçilik mühim bir san'attır. Bunun kötüye kullanılmasından ve şer yollarında tatbik edilmesinden de bir çok sihirler yapılması mümkündür. Lâkin bunun böyle olmasından, elektrik ilminin aslında bir, sihir olması lâzım gelmez, işte Babil'de Harut ve Marut ilhamiyle öğretilen şeyler de buna benzer bir hâdisedir. Bunun için bu öğretilenler esasında melekî bir kıymette oldukları halde tatbik cihetiyle sihre müsait olmuştur. Demek ki sihir sırf şeytanî bir şeydir ve başlıca iki kısımdır. Birisi Şeytanların sırf kendilerinden uydurdukları düzmelerdir. Diğeri de Babil'deki gibi esasında melekî olan bazı ilimler garip san'atların kötüye kullanılmasından hâsıl olmaktadır.
Artık burada melekler sihir öğretirler mi diye bir sual ve cevap ile münakaşaya mahal yoktur. Melek sihir öğretmez, lâkin meleklerin hayır için öğrettikleri hakikatler, küfür ehli ve şeytanlar elinde, şerde kullanılmak için sihirde de kullanılabilir. Nitekim bunu Önce Babil'liler yaptılar. Bunlar bu iki meleğin ilhamı ile keşfedip belledikleri Semavî ve Arzî, ruhanî ve cismânî kuvvetleri ve bunların karıştırılmasından meydana gelen bazı mühim san'atları tabiat ve yıldızlara isnad ederek küfre girdiler. Bu sebeple Gıldanî sihri, tılsımat, kalfatriyat namıyla bir nevi şöhret buldu. Sonra bir takım insan ve cin şeytanları da Süleyman aleyhisselâmın devletine karşı kısmen bunu ve kısmen de kendi uydurdukları düzmeleri takip ve tatbik etmişler ve bu suretle siyasi, içtimaî bir çok fesadlar çevirmişler ve hükümet ve devlet işleri için bu sihirleri bir ilim diye yayıp itibar sağlamak yoluyla küfür icra etmişlerdi. O zamanın halkı olan İsrail oğulları bunları onlardan öğreniyorlardı ve milletler arasında bu yolu takip etmekten geri kalmıyorlardı. Nitekim Hatemül enbiya Efendimizin Peygamber olarak gönderilişi üzerine Kur'ân'ın icazı karşısında Allah'ın kitabı Tevrat'ı tamamen arkalarına atarak büsbütün bu şeytanlara tâbi oldular.
Kitabullahı arkalarına atarak Süleyman aleyhisselâma karşı o şeytanların takip ettikleri şeylere uyan (ehli kitap) Yehudî kavmi, bu kafir şeytanların öğrettiği bu iki nevi sihir kitaplarından koca ile karısının arasını ayıracak şeyler öğrenmişlerdi. Yani bunlar bu yol ile karı ile koca arasını bile ayırabilecek fesadlar çeviriyorlardı. Bunu yapabilecek olan kimselerin sihirlerle cemiyetlerde ne büyük fitneler çıkarabileceğini kıyas ediniz. Karı ile kocasını ayıranlar, bu kadar kuvvetli bir içtimaî bağı kıranlar, bu cemiyetlere neler yapmazlar; komşular, hemşehriler arasında neler yapmazlar; milletin ferdlerini birbirine mi düşürmezler? Hükümet ile halkının arasını mı açmazlar? ihtilâller mi çıkarmazlar? Görülüyor ki sihrin en büyük tesiri ruhlar üzerindedir, fikirleri bozar, kalbleri çeler, ahlâkı berbat, cemiyetleri perişan eder. Bu bakımdan sihrin aslı yoktur diye aldanmamalıdır ve böyle sihirbazlardan sakınmalıdır. Bununla beraber bunları yapanlar Allahü Teâlâ'nın izni olmadıkça kimseye hiç bir zarar yapamazlar. Hakikî tesir ne sihirde, ne sihirbazda, ne tabiatta, ne ruhta, ne gökte, ne yerde, ne şeytanda, ne de melektedir. Hakikî tesir sahibi ancak Allahü Teâlâ'dır. Fayda ve zarar da ancak O'nun izniyle hâsıl olur. O halde her şeyden önce Allah'dan korkmalı ve Allah'ın himayesine girmelidir. Ve bunlara karşı koymak için de Allah'ın Kitabına sarılmalıdır. Allah'ın kitabını arkalarına atan bu sihirbazların her halde malûmdur ki Kitabullahı satıp da sihri alan bir kimsenin elbette âhirette hiç bir nasibi yoktur. Bunun sonu apaçık hüsrandır. Allahü Teâlâ'nın celâli hakkı için, bunların kendilerini sattıkları şey ne kötü şeydir amma bilir olsalardı. Gerçi bunlar sihrin sonu ve sihirbazın âhiretten nasibi olmadığını ve sihre aldananın sonunun apaçık hüsran olduğunu bilirler, fakat bir taraftan bu bilgileri ile amel etmedikleri için hareketleri cahilanedir. Diğer taraftan ahiret nasipsizliğinin dehşetini bilmezler ve sihrin asıl zararı diğerlerinden ziyade yapanlara ait olacağını ve ömürlerini nasıl çirkin bir şeyde geçirdiklerini bilmezler. Allahü Teâlâ'nın rahmetinin genişliğine bakınız ki kendilerine yine şu merhametli nasihati inzal buyurmuştur:
-Bunlar bütün bu kötülükler ile beraber îmân edeler de Allah'dan korkarak bu fenalıklardan sakınsalardı, elbette Allah tarafından verilecek bir sevab bütün o yaptıklarından ziyade haklarında hayır olurdu. Fakat bilir olsalardı.
(Neml, Bakara, Sâd, Ahzâb ve Sebe Sûreleri)
İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Dâvûd aleyhisselâmın oğludur. Yâkûb aleyhisselâmın neslindendir. Kudüs yakınlarındaki Gazze şehrinde doğdu. Hem peygamber hem sultandı. Çocokluğundan beri bilgili, iyilik ve adâleti seven biri olarak tanınmıştı. On iki yaşındayken babasının yerine geçip, sultan oldu. Daha sonra kendisine Allahü teâlâ tarafından peygamberlik verildi. Dünyâda hâkim olan dört kişiden biridir. Ona peygamberlik verildiği Kur'ân-ı kerimde En'âm sûresi 84. âyette bildirilmektedir. Süleymân aleyhisselâm; ''Yâ Rab! bana hiçbir kimsede bulunmayan bir kudret ve devlet ihsân eyle.'' diye duâ etti. Duâsı kabul edilip, cinlerin, rüzgârın ve hayvanların da insanlar gibi Sülaymân aleyhisselâma itâat etmeleri emredildi. Kendisine ism-i âzam duâsı, bütün mahlûkâtın dili ve ililerin sırları öğretildi. Peygamberlikle birlikte ihsân edilen ilim, hikmet ve sultanlık kudretini, insanları doğru yola kavuşturmakla ve daha iyi bir hayat yaşamaları için kullandı. Şehirlerin kurulması, yeryüzünün imârı, yeşillendirilmesi, fen ve sanatta ilerlemesi için emrindekilerin herbirine iş taksimi yaptı. Yolların yapılması, taşların yontulup kazılması, demircilik ve derin sulara dalgıçlık gibi zor işleri cinlere verdi. Çiftçilik, çobanlık, ticâret, sanat gibi işleri de insanlara verdi. Hayvanları da nöbet tutma, yük taşıyıp çekme gibi işlerle görevlendirdi. İnsanlardan, cinlerden ve hayvanlardan büyük bir ordu kurdu. Hepsi ona tâbi olup, emrine itaat etti. Süleymân aleyhisselâma verilen bu nimetler Kur'ân-ı kerimde bildirilmektedir. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem hadis-i şerifte, onun duâsı hakkında şöyle buyurdu: ''Süleymân aleyhisselâm, Beyt-i Makdis'in binâsını bitirdikten sonra, Allahü teâlâdan üç dilekte bulunmuştur: Kendisinden sonra kimseye nasip olmayan ir mülk ve saltanat, ilâhi hükme uygun hüküm verme kudretinin bahsedilmesi. Yanlız namaz kılmak için Mescid-i Aksâ'yı kastedip gelenlerin analarından doğdukları gibi günahsız hâle gelmeleri. Allahü teâlâ bunlardan ilk ikisini Süleymân aleyhisselâma vermiştir. Üçüncü dileğinin dekabul edilmiş olmasını umarım.'' Babasının temelini attığı, Kudüs'teki Mescid-i Aksâ'yı yapmaya devâm etti. Yedi senede pek sanatkârâne bir şekilde tamamladı. Daha sonra, Kudüs'te büyük bir saray inşâ etmeye başlayıp, on üç senede tamamladı. Bu binâların yapımı sırasında insanlardan ve cinlerden pekçoğu Süleymân aleyhisselâmın emrinde çalışmışlardı. Süleymân aleyhisselâmın zamânında barış, imâr, sanat ve ilim iyice ilerlemişti. Mescid-i Aksâ inşâedilip, çeşmeler, su kanalları yapıldı. Köprüler, barajlar ve evler inşâ edildi. Hükmetinin ve büyüklüğünün şöhreti bütün dünyâya yayıldı. Zamânındaki bütün pâdişâhları ve ileri gelenleri doğru yola sevk etti. Onun zamânında muhteşem bir saltanata sâhip olan Yemen'de, Sebe şehrinde hüküm süren Belkıs'a mektup yazıp, Filistin'e çağırdı. O da gelip, Süleymân aleyhisselâmla görüşerek imân etti. Belkıs'ın Süleymân aleyhisselâmla mektuplaşması ve Kudüs'e gelmesi Kur'ân-ı kerimde Neml sûresinde uzun beyân olunmaktadır.
Süleymân aleyhisselâm, Akabe Körfezinden Fırat kenarına kadar, kırk sene adâletle hüküm sürdü.Diğer hükümdârlar da kendisine bağlılıklarını bildirdiler. Ticâret gemileri yapıp, Kızıldeniz ve Umman Denizinde ticâret yaptırdı. Rüzgâr onun emrine verilmişti. Rüzgâra bibip dilediği yere tahtıyla birlikte kısa zamanda giderdi. Makâmına oturduğunda ve meclis kurduğunda kuşlar üzerine gelip, kanatlarını yanyana gererek bir bulut gibi gölge yaparlar, güneş ve yağmurdan korurlardı. Süleymân aleyhisselâm, beyaz tenli, güzel, nûr yüzlü, saçı sakalı gür olup, beyaz elbise giyerdi. Çok edebli, hep Allah'tan korkar, alçak gönüllü, yüksek şanlıydı. Miskin ve fakirlerle oturur; ''Miskinin miskinlerle oturması uygundur.'' buyururdu. Ömrünün son ânına kadar Allahü teâlânın takdir ettiği izzetle insanları doğru yola sevk etti. Herkes tarafından sevilmiş olup, hiç kimse onun söylediklerine itiraz etmiyor ve onun emri dışına çıkmıyordu. Süleymân aleyhisselâm, bir gün yapılmakta olan büyük bir sarayın inşâsını kontrol etmeye gitmişti. Bu binâ bir su kıyısında çok heybetli bir saraydı. Ustalar işciler, cinler, sarayın tamamlanmasıyla meşguldüler. Sarayın balkonuna çıkıp, kendisini yanlız bırakmalarını, hiç kimsenin yanına yaklaşmamasını emretti. Sonra da balkonun kenarına âsasını (bastonuna) dayanıp durdu ve etrâfı seyrederek tefekküre başladı. Bu sırada ömrü bitip, eceli gelmişti. Azrâil aleyhisselâm gelip; ''Şu an dünyâdaki hayâtının son ânıdır.'' dedi. Süleymân aleyhisselâm: ''Allahü teâlânın takdiri her ne ise o haktır. Rabbime hamdolsun ki, aslâ kimseye zulmetmedim. Rabbimin emrine itaat etmekte gecikmedim. Herkesin dönüşü Allahü teâlâyadır. Görevlendirildiğin emri yerine getir.'' dedi. Süleymân aleyhisselâm asâsına dayandığı halde ayakta vefât edip, uzun bir müddet öylece kaldı. Saray inşâsında çalışanlar ise her gün işlerine muntazaman devâm ediyor, halk da oraya gelip gidiyordu. Süleymân aleuhisselâmı uzakta, ayakta durur vaziyette görüyorlardı. Fakat vermiş olduğu emir üzerine hiç kimse yanına yaklaşmıyordu. Nihâyet asâsının yere temas eden kısmını güve kurdu yiyip asâ kırılınca, cesedi yere yıkıldı. O zaman bu hâlini görenler vefât ettiğini anladılar. Bu husus Kur'ân-ı kerimde Sebe sûresi 14. âyette bildirilmektedir. Süleymân aleyhisselâm her yere hükmettiğinden, zamânında herkes imân etmiş, yeryüzündeki pek az imânsız kimse kalmıştı. Vefâtından sonra, İsrâiloğullarının arasındaki birlik bozuldu, İlyas ve Elyesa aleyhisselâm peygamber olarak gönderildiler. Kur'ân-ı kerimde Bakara 102; Nisâ 163; En'âm 84; Enbiyâ 81,82; Sebe 12, 21; Neml 15'ten 44'e kadar; Sad 30'dan 40'a kadar olan âyetler Süleymân aleyhisselâm hakkındadır. Süleymân aleyhisselâm, Mescid'i Aksâ'ya Mûsâ aleyhisselâmdan beri nesilden nesile geçerek gelen, Tevrât'ın içinde bulunduğu Ahid sandığını (Tâbût-i Sekineyi) koydu. Çünkü Mûsâ aleyhisselâm, ümmetinin âlimlerinden, Tevrât'ın Ahid sandığına konularak muhâfaza edilmesini istemişti. Bu durum Mescid-i Aksâ'nın Buhtunnasar tarafından yıkılmasına kadar devâm etti. Buhtunnasar, Kudüs'ü alınca, şehri yakıp yıktı. Mescid-i Aksâ'da bulunan altın, gümüş ve diğer mücevherleri alıp Bâbil'e götürdü. Buhtunnasar'ın Kudüs'ü yağmalaması esnâsında, hakiki Tevrât ve Zebûr yakılıp yok edildi. Muhtelif kimselerin hatırlarında kalan âyetlerini yazmaları neticesinde, Tevrât isminde birbirlerini tutmayan çeşitli risâleler ortaya çıktı.
Milâddan yaklaşık dört yüz sene evvel yaşamış olan Azra bunları topladı ve şimdiki Ahd-i Atik'teki Tevrât'ı yazdı. Süleymân aleyhisselâmın dokuz çeşit mûcizesi vardır.
Mûcizeleri:
1-Sebe sûresi on ikici âyetinde bildirildiği üzere, rüzgârlar emri altındaydı.
2-Süleymân aleyhisselâm denizi geçmek istediği zaman, suyu çekilerek yol açalır, geçtikten sonra yine kapanırdı.
3- Âyet-i kerimede bildirildiği üzere, bütün cinniler emrindeydi. Ne zaman istese, kendisine, büyük büyük köşkler, sûretler, çanaklar, sâbit çömlekler, tencereler yaparlardı.
4-Süleymân aleyhisselâmın bir mührü vardı. Üzerinde ism-i âzam duâsı yazılıydı. O duâ ile her istediği kolay olurdu.
5- Karıncalara varıncaya kadar her hayvanın sesini işitir, dillerini anlardı.
6-Nereye gitmek istese, rüzgâr emride olduğından, kürsüsünü kaldırır, kürsüsünü berâberinde götürürdü.
7-Cinniler vâsıtasıyla denizdeki incileri, cevherleri yerde bulunan defineleri bilirdi. Kendisine Allahü teâlâ tarafından bildirilmeyen birşey yoktu.
8-Neml Vâdisinde, maiyetiyle berâber bir dağ üzerine konup, kaldığı esnâda o dağın yeşillik, çimenlik olması için, mübârek ellerine bir miktar su alıp, avucuyla o dağa serpti. Derhâl dağın üzeri çayırlık çimenlik oluverdi.
9-Süleymân aleyhisselâm bir yere gittiği vakit, berâberinde duvarlar da giderdi.
Hz. SÜLEYMAN'IN SALTANATI (2)
Hz. Davud'un on dokuz oğlundan Süleyman aleyhisselâm on üç yaşında onun varisi olarak yerine geçti ve insanlar arasında hak ve adalet ile hükümler yerine getirmek hususunda peygamberlik ve hükümdarlık makamını tuttu. Allahü Teâlâ'nın nimetlerini anlatıp teşhir ederek kendilerine verilen faziletli ilmi ve mucizeleri tasdik için halkı davet etmek üzere:
-Ey insanlar! Bize kuş mantıki, kuş dili öğretildi, dedi.
Süleyman aleyhisselâm Allahü Teâlâ'nın kendisine kuş mantıkî ve kuş dilini öğretmesini söylemekle peygamberliğini anlatmış oluyordu. Hükümdarlığını da ifade etmek için şöyle dedi:
-Bize her şeyden verildi. Şüphesiz ki bu öğretilen ilimle verilen servet herhalde apaçık bir ihsandır. Allahü Teâlâ'nın hamd ve senaya lâyık o'an ve mü'min kullarından bir çoğuna bile nasip olmamış bulunan o açık fazilet ve ihsanıdır ki, bunun şükrünü eda etmek için Allah'ın kullarını bu nimetten istifadeye davet etmek bir vazife teşkil eder.
Allahü Teâlâ, Süleyman aleyhisselâma insan, cin ve kuşlardan kurulu ordular ihsan etmişti. Bunlar baştan sona zabt ve mertebelerine göre kumandanlarıyla sevk ve idare olunuyorlardı
Süleyman aleyhisselâm bu muhteşem ordusuyla bir gün yola çıkmıştı. Karınca Vadisi üzerine vardıkları zaman dişi bir karınca arkadaşlarına:
«Ey karıncalar!, yerlerinize, yuvalarınıza çekilin, yoldan savulun; Süleyman ve askerleri sizi kırmasınlar. Bile bile bir karıncayı sebepsiz öldürmezler amma farkında olmazlar da kırar geçirirler. Onun için yerlerinize çekilin de kendinizi kırdırmaya sebep olmayın.» Diyerek edep ve nezaket dâiresinde hakimane bir şekilde maiyyetini korudu ki burada ince bir karınca siyaseti vardır.
Fahruddîni Razî der ki: Bâzı kitaplarda gördüğüme göre karıncanın diğerlerine içeriye girmelerini emretmesi şunun içindir ki kavmi, Süleyman aleyhisselâmın saltanatını görürler de Allahü Teâlâ'nın kendilerine olan nimeti hakkında nankörlüğe düşerler diye korktu. «Sakının sizi kırmasınlar» demekten muradı bu idi, yani kuvvei mâneviyyelerinin kırılması idi. Bu suretle bunda Dünya erbabı ile oturup kalkmanın mahzuruna bir tenbîh vardır.
Bunun üzerine Süleyman aleyhisselâm o karıncanın sözünden gülercesine tebessüm etti. Karıncanın kavmi hakkındaki tedbir ve siyaseti ile kendi askeri hakkındaki güzel görüşü hoşuna gitti. Muhtemelen bir karıncanın bunları medih makamında şuursuzlukla mazur görmesi de
tuhafına geldi. Ve onun bütün bu duygularını Allahü Teâlâ'nın kendisine bildirmesinden de memnuniyetle pek duygulanarak şöyle dua etti:
«Ey Rabbım!. Beni nefsime zabit kıl ki bana ve valideynime ihsan buyurduğun nimetine şükredeyim ve hoşnut olacağın iyi bir amel yapayım ve beni rahmetinle salih kulların içine dahil buyur.»
Süleyman aleyhisselâm bu duâsıyla Rabbından iki şey istedi. Evvelâ kendini nefsine bırakmayıp doğrudan doğruya idare ederek nefsine hâkim kılmasını istedi. Bunda da hususiyle iki maksat gözetti; birisi, kendine ve ana - babasına olan geçmiş nimetlere şükür, diğeri de gelecek için rızaya uygun olacak şekilde iyi hizmetler yapmaya muvaffak olmak, ki bunun ikisi dünyada âhiret sevabının vesilesini talep, ikincisi de, salih kulların içinde rahmetine dahil buyur, diye âhiret sevabının kendisidir. Burada salihlikten murad, tam ve kâmil mânâda bir salihliktir ki, hiç bir günâh lekesi olmayarak Rahman'ın rahmetine kavuşmaktır. Saltanat tecelliyatının harikalar koparıcı bir deminde Hz. Süleyman'ın bu duası ile ibraz ettiği kudsî ruh, fazilet hisselerinin başı olmak lâzım gelen devlet adamlarına çok yüksek ilhamlar verecek dersleri ihtiva eder.
Süleyman aleyhisselâm bu duasından sonra kuşları, uçar kuvvetleri teftiş etti. Devlet adamlığı, Devletin kuvvetlerini ve işlerini parçalarına varıncaya kadar tetkik etmeyi icab ettiriyordu. Bu teftişinde araştırmalarını bitirdikten sonra:
«Ben niye Hüdhüd kuşunu görmüyorum? Yoksa kayıplara mı karıştı? Elbette ona şiddetli bir azap ederim veya boynunu keserim, yahut da bana her halde açık kuvvetli bir delil getirir.»
Kadı Beyzavî'nin naklettiği şekilde rivayet olunuyor ki, Süleyman aleyhisselâm Beyti Makdis'in binasını tamamlayınca hac için hazırlanıp Harem-i Şerife gitti. Burada dilediği kadar kaldıktan sonra Yemen'e doğru yola çıktı. Sabahleyin Mekke'den çıkıp öğleyin San'aya vardı. Buranın arazisi hoşuna gitti ve oraya konakladı, fakat, su bulamadı. Hüdhüd ise keşifçisi idi. Suyu iyi bulurdu.. Bunun üzerine araştırdı bulamadı. Çünkü Süleyman aleyhisselâm indiği sırada o havada bir devir yapmış diğer bir Hüdhüd'ün durduğunu görmüş yanına inmişti, ikisi anlaşmışlar, bunun üzerine onun anlattığını görmek üzere beraber uçmuş daha sonra ikindiden sonra gelip anlatmıştı. Beyzavî bunu naklettikten sonra:
«Allahü Teâlâ'nın taaccüp edilecek kudretinde ve has kullarına bahşettiği hususiyetlerde belki bundan daha büyük şeyler vardır, Onları tanıyanlar tasdik edip hürmet duyarlar, imân sânından olmayan inkarcılar da bıkar ederler» diye bir ihtar yapmıştır.
Burada kuşun bir posta veya keşif teyyaresi gibi düşünülmesi de mümkündür. Tayyareyi gören zamanımız inkarcılarının bunları inkâr etmesi ise büsbütün manasızdır.
Derken bekledi, çok geçmeden Hüdhüd geldi ve mazeretini beyan eden açık ve kat'î bir delil ile gelerek:
«Ben senin henüz varamadığın yere vardım, dolaştım, keşiflerde bulundum. Sence tamam olmayan bilgileri etraflıca kavradım. Sana Sebe'den ehemmiyetli, yakîn bir haber getirdim. Ben orada bir kadın buldum ki onlara hükümdarlık ediyor. Kendisine her şeyden verilmiş ve azametli bir tahtı var. Ben o kadını ve kavmini Allah'a değil, Güneş'e secde eder olarak buldum. Şeytan onlara amellerini yaldızlamış, bu suretle Allah'a secde etmemeleri için kendilerini yoldan sapıtmış da doğru gidemiyorlar. O Allah ki Göklerde ve Yerlerde gizliyi çıkarır ve neyi saklıyorlar, neyi açıklıyorlarsa bilir. Allah'tan başka ilâh yok ancak O, O büyük Arş'ın sahibi O, dedi.
Hüdhüd'ün anlattığı bu kadının ismi Belkıs binti Şerahîl veya Belkıs binti Hed'hâd ibni Şerahbil olarak bildirilmekte ve 20 sene hükümdarlık ettiği kaydedilmektedir.
Hüdhüd'ün ifa ettiği hizmetin zevkiyle neşeli bir şekilde «senin varmadığın yerlere vardım» diye söze başlamasında Süleyman aleyhisselâma Allahü Teâlâ tarafından bir ikaz cilvesi vardır. «Ehemmiyetli, yakîn bir haber getirdim» demesinde, Devlet kapısına arz olunacak haberlerin iyi tahkik olunarak şüpheden salim olmasının lüzumuna işaret vardır. Belkıs'ın servet ve saltanatını azametle vasfetmesi de Hz. Süleyman'ı heyecana getirmek içindir.
Fakat dikkate şayandır ki Süleyman aleyhisselâm Hüdhüd'ün diğer anlattıklarına hiç ehemmiyet vermiyor ancak b kadının ve kavminin Allah'ı bırakıp Güneş'e taptıklarını anlatınca, o vakit:
-Bakalım, doğru musun yoksa yalancılardan mısın? dedi. Böylece Hüdhüd'ün «yakîn bir haber» teminatını kâfi görmedi, haberi vahid ile amel etmedi. Zira bir taraftan başkasının hukuku taalluk ediyordu, aynı zamanda Hüdhüd kaybolmuş olmak itibariyle töhmet altında bulunuyordu. Bu bakımdan tahkik ile amel etmek; gerekiyordu. Bunun için şu emri verdi:
-Şu mektubumu götür de onlara bırak, sonra dön kendilerinden de bak neye varacaklar;
Burada Hüdhüd bir posta hizmetinde kullanılmış oluyor. Fakat bunda bir güvercinin mektup götürmesinden fazla bir şey var. Çünkü bıraktıktan sonra çekilip netice hakkında bir tecessüs yapması da emrolunuyor. Hüdhüd bu emri ifa etti. Onun için Belkıs:
«Ey milletin ayanı, ileri gelenleri, dedi. Bana bakın: Bir mektup bırakıldı bana; çok mühim, Süleyman'dan ve şöyle: «Bismillahir-rahmanirrahîm. Doğrusu bana karşı kafa tutmayın da müslim olarak gelin bana.» Ey milletin eşrafı, ey heyet, bana bir fetva verin. Bu işimde, vereceğim emir hakkında sizler bana şahit olmadıkça, siz hazır olmadıkça ben hiç bir iş yapmış değilim. Şimdiye kadar Devlet işlerinden hiç birinde diktatörlük yapmadım, sizin reylerinizi almadan hiç birini kendiliğimden icra mevldine koymadım, her ne emir verdimse sizlerin huzurlarınızda ve reylerinizi alarak verdim. Onun için bu mektup işinde sizin fetvanızla kuvvet almak istiyorum.» »«Sîzler şehadet etmedikçe» denilmesinden bunların mühim işleri müşavere için huzurunda toplanması mutad olan bir heyet olduğu anlaşılıyor. Bunların her biri on bin kişiyi temsil etmek üzere üç yüz on iki kişi olduğu da rivayet edilmiştir.
Bu heyete irad olunan bu noktada şimdiye kadar hükümet emrinde diktatörlük yapılmamış olması Övülmek ve reylerinin esas tutulmuş olduğu beyan olunmak suretiyle cemile gösterilerek meşveretin ehemmiyeti tesbit edilmiştir ki, bunun zahirî bir parlâmento idaresi emir ve kumandaya müdahale derecesine varmayan meşru bir meşveret ve fetva verme mahiyetinden ileri gitmediği için müfessirler burada yalnız istişarenin ehemmiyetinden bahsetmişlerdir.
Bu heyet Belkıs'a şöyle dediler:
-Biz kuvvet sahipleriyiz ve şiddetli bir harp ehliyiz.
«Biz» diyenler şahıslarını değil, mektuba muhatap "olan topluluğun, yani Devletlerinin kuvvetini kasdederek teslim olmamak için harbetmek lâzım geleceğini düşünerek kuvvetimiz vardır, şiddetli harp edebiliriz diyorlar, / bununla beraber harbetmeyiz demiyorlar; ve emre müdahaleyi uygun görmüyorlar da harp olmaksızın bir çare bulunabildiği takdirde memnun olacaklarını andırır bir şekilde selâhiyeti teslim ve siyasî edebe riayet ile sözü şöyle bitiriyorlar:
-Bununla beraber emir sana aiddir. Bak şimdi ne emrediyorsun? Harp mi yaparsın, yoksa sulha çare mi bulursun? Bunun üzerine Belkıs dedi ki:
-Muhakkak ki hükümdar kısmı bir memlekete harp yoluyla girdikleri vakit onu bozar perişan ederler. Azîz olan ahalisini zelîl kılarlar. Kati, esaret, haps ve yoketme vesaire gibi çeşitli zillet ve felâkete mâruz kılarlar. Böyle de yaparlar mı yaparlar. «Bana kafa tutmayın» diyen Süleyman da böyle yapar. Bu itibarla harpten mümkün olduğu Kadar sakınmak ve memleketi istilâya sebebiyet vermemek icabeder. Ve her halde ben onlara bir hediye ile elçi göndereceğim de bakacağım; gönderilenler ne ile dönecekler? Yani bu şekilile onların huylarını yoklayacağım da ona göre hareket edeceğim. Bakalım mal ile savulabilecek kimseler mi?
Bu karar üzerine gönderilen elçi Süleyman aleyhisselâma vardı. Fakat o bu hediyeyi kabul etmeyerek şu suretle reddetti:
-Mal ile bana imdad mı ediyorsunuz? Allah'ın bana verdiği size verdiğinden daha iyi. Hayır siz hediyenize güveniyorsunuz. Dön onlara, vallahi karşı gelemiyecekleri ordularla varırım da oradan kendilerini zinetler içinde hor, hakir oldukları halde çıkarırım.
Elçiler Belkıs'e varıp Süleyman ale'yhisselâmın dediğini anlattıklarında «bilmiş olunuz ki, vallahi bu sade bir hükümdar değil, biz buna takat getiremeyiz» demiş ve tekrar bir elçi gönderip «milletin beyleriyle huzuruna geliyorum, emrini ve davet ettiğin dinini görmek arzusundayım» diyerek beraberinde büyük bir toplulukla hareket etmiş ve tahtını köşklerinin en sağlam ve muhafazalı yerine koydurup kapıları kilitleyerek ehemmiyetli şekilde emniyet altına aldırmış idi.
Süleyman aleyhisselâm onların hediyelerine güvendiklerini bilmişti. Bunun üzerine hediyelerini tehditli bir şekilde iade edince tekrar geleceklerini de bildiğinden gelir gelmez imânlarına vesile olacak bir harika göstermek istedi ve yanındaki askerlerinin kumandanlarına şöyle dedi: — Ey heyet! O kadının tahtını kendileri bana müslim olarak gelmezden evvel hanginiz getirir?
Cinlerden şer ve kötülükte ileri gitmiş, tuttuğunu devirir, kuvvetli, becerikli, ele avuca girmez bir ifrit:
-Ben o tahtı makamından kalkmadan evvel sana getiririm. Muhakkak ben bu işi yapmaya karşı her hâlde kuvvetliyim, eminim; hem kolay getiririm hem de hiç bir hiyanet etmem, değiştirip bozmadan hiç bir şeyi kaybetmeksizin getiririm, diye te'kidlerle teminatta bulundu.
«Makamından kalkmadan evvel» diyor ki, Süleyman aleyhisselâm'ın makamında her gün sabahtan öğleye kadar oturduğu rivayet edilmektedir.
Nezdinde kitaptan bir ilim bulunan bir zat ise:
-Ben o tahtı sen gözünü kırpmadan evvel getiririm, dedi. Böyle derdemez de Belkıs'ın tahtını yanında durur vaziyette gören Hz. Süleyman şöyle dedi:
-Bu Rabbımın mutad cereyan eden sünnetinden değil, fazıl ve ihsanındandır. Bu beni imtihan için ki, şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü? Her kim şükrederse sırf kendi lehine eder, her kim de nankörlükte bulunursa şüphe yok ki Rabbım ganîdir, kerem sahibidir.
Nezdinde kitaptan bir ilim bulunan bu zatın Hızır aleyhisselâm, Süleyman aleyhisselâmın kendisi ve alimlerin ekserisine göre veziri Asaf ibni Berhıya'dır ki Sıddik olup dua edilince icabet olunan ismi âzami bilirdi. Hz. Süleyman'ın bir mucizesi olmak üzere veziri böyle bir keramet göstermiştir. Şüphesiz ashabından böyle bir kerametin zahir olması kendisinin daha çok yüksekliğine delâlet eder. Ve bu ilim ona verilen ilimden olduğunu anlatır. Bu taht, Hz. Süleyman'ın San'ada bulunduğu rivayetine göre üç günlük mesafeden getirilmiş oluyor. Zira San'a ile Sebe' arası bu kadar zamanda katediliyordu. O sırada San'adan dönüp Şam arzında bulunduğu rivayetine göre ise iki aylık mesafeden getirilmiş olmaktadır. Bu kadar mesafeden bir taht göz kırpıncaya kadar nasıl gelir? Şüphe yok ki bu alelade vak'alardan değil bir keramet ve mucize olmak üzere söz konusudur. Âsaf'ın bunu söylemesi ile getirmesi bir olmuştur. Yani söyleyinceye kadar getirmişti. Çünkü ilmini biliyordu. Bir saniyede binlerce kilometre sür'at, zamanımız fen efkârının düşüncesine alışmış olduğu meselelerdendir. Mühim olan nokta ancak bu hareketi yapmak için tatbik olunacak kuvveti bilmekten ibarettir. Bir sâkiada, bir cereyanda, bir telgrafta görülen bu sür'at bir kütlede de görülebilir. Yalandan tesir icra ettiğini gördüğümüz iradenin bir telsiz gibi uzakta da âmil olduğunu gösteren misâller de yok de'ğildir. Bu cazibe ile cisimlerin fezada uçuştuğu, bir irade ile uzuvların bedende oynadığı gibi bir irade ile afaktaki bir cismin mekân atlaması da Kitap'ta Levhi Mahfuz'da sabit plan ilimdendir.
Tahtın gelmesinden sonra Süleyman aleyhisselâm maiyyetine şu emri verdi:
-O kadın için tahtını yabancılaştırın, o değilden gösterin. Bakalım doğruyu bulacak mı? Kendi tahtı olduğunu bilecek, vaziyeti kavrayacak, hakikati anlayacak mı? Yoksa yola gelmezlerden mi olacak?
Tahtının getirilmiş olması hayret verici bir tasarrufla mülk ve saltanatının elinden alınmış olduğuna delâlet eder. Böyle müthiş bir anda o tahtın, onun tahtı değilmiş gibi gösterilmesinde ve değişiklikler yapılmasında büyük bir nezaket ibraz edilmiş ve bununla Belkıs'ın istidadı üzerinde, bir tecrübe yapılmak istenmiştir.
Belkıs, Süleyman aleyhisselâmın huzuruna geldiği zaman:
-Böyle mi senin tahtın, denildi.
Bu senin tahtın, denilmedi, o değilmiş gibi gösterildi.
Sebe' melikesi Belkıs:
-Sanki o, o bununla beraber bize bundan evvel ilim verildi. Bu mucizeden önce Hüdhüd'ün mektup getirmesi gibi müşahade ve diğer duyduklarımız ile Allahu Teâlâ'nın kudretine ve senin peygamberliğinin doğruluğuna ilmimiz hâsıl oldu. Ve müslüman olduk, inandık teslim olduk, dedi.
Hiç şaşırmadan vaziyeti olduğu gibi kavrayarak idarei kelâm etti. öyle de evvel niye gelmemişti? Daha evvel Allahü Teâlâ'dan başka taptığı şeyler, dünya saltanatı kendisini alıkoymuştu. Çünkü kâfir bir kavimden idi.
Kendisine köşke girmesi söylendiği zaman köşkün etrafını görünce bir deniz sandı ve inciklerinden
Bunun üzerine Süleyman aleyhisselâm:
-O sırçalardan döşenmiş cilâlı, parlak bir meydandır. Bir sırça saray ve içinden meydanına kadar büyük bir havuz yapılıp su salınmış, içine balık vesair deniz hayvanları konulup üzeri şeffaf cam ile döşenmiştir.
O zaman Belkıs şöyle dedi:
-Ey Rabbım!. Şüphe yok ki ben önceden nefsine zulmetmişim, boş şeylere tapmışım. Şimdi Süleyman'ın yanında islâm'a erdim, âlemlerin Rabbı Allah'a teslim oldum.
Müfessirlerin ekserine göre Süleyman aleyhisselâm Belkıs'ı zevceliğe kabul etmiş ve mülkünde bırakmıştır.
Ataları Sebe ibni Yeşcüb ibni Ya'rub ibni Kahta'nın namıyla anılan Sebe kavmi önceleri Güneşe taparlarken, melikeleri Belkıs idaresinde Hz. Süleyman'a itaat ederek memleketlerini kurtardıktan başka hayli yükselmişlerdi. Merkezleri ve meskenleri Yemen'de Me'rib şehri idi.
Vaktiyle bunların iskân ettikleri yerde bir ibret vâki olmuştu. Şöyle ki; sağ ve soldan iki Cennet, iki taraflı bağlar ve bostanlar hal lisanı ile diyorlardı ki:
-Rabbınızın rızkından yiyin de O'na şükredin. Bu nimetlerinin kıymetini bilerek ona göre ibadette bulunun. Çünkü beldeniz bir belde, tayyibe, gayet hoş bir belde. Rabbınız mağfireti çok bir rab. Önün için şükrünü bilin de iyi hizmetler edin.
Fakat buna Sebe'liler itiraz ettiler. On üç peygamberleri kendilerini hakka davet ettikleri halde şükürden kaçındılar, hizmetine bakmadılar. Bu hareketlerinin bir cezası olarak da Allahü Teâlâ üzerlerine Arim deresinin ve seddinin selini salıverdi.
Bu Arim şeddi öyle ihtişamlı idi ki, ilk olarak Sebe ibni Yeşcüti tarafından yapılmış ve ona yetmiş kadar çay akıtılmış, uzak vadilerin selleri içerisine çevrilmişti. Daha sonra Yemen kabilelerinin babası olan Hmıyer tamirler yapmış, Lokmanı Ekber ibni Ad taşlarını kalay ve demirle perçinlemiş, Zülkarneyn inşaalarda bulunmuş, Belkıs da iki dağ arasını taş ve zift ile kapatarak menbâ ve yağmur sularını biriktirmiş, sulama ameliyesi için lüzumu kadar arklar bırakmıştı. Seddin sahası beşbin metrekare olduğu rivayet edilmektedir.
Arîm selinden sonra Sebe kavminin o iki Cennetleri, iki taraflı bağ ve bostanları buruk yemişli, acı ılgınhk, kekremsi sidirlik halinde iki harap Cennete çevrildi. Allahü Teâlâ bunu onlara nimete nankörlüklerinden dolayı belâ kılmıştı. Çünkü o, hep öyle çok nankör olanları cezalandırır.
Allahü Teâlâ Sebe kavmine, mübarek kılıp bereketlendirdiği Şam beldeleri ile sırt sırta bitişik bir vaziyette köyler ihsan etmiş ve o beldelerde gidiş ve gelişleri muayyen ölçü üzere tertip ve tanzimde bulunmuştu. O köylerin her biri yolcular için birer istasyon ve birer konaklık halinde idi; birinden çıkan kişi azık taşımadan, açıkta yatmadan ve tehlike görmeden diğerine gidebiliyördu. öyle ki o açık köyler içinde gecelerce ve gündüzlerce emniyet ve asayiş içinde gidip gelmek imkânı her zaman mevcuttu, öyle intizamlı, öyle emniyetliydi. Ciddî bir süvari iki aydan fazla bu mâmûrelik içinde giderdi ve dört aylık mesafeden ahali yekdiğerinden ateş alıp verirlerdi. Böylece yalnız Sebe değil, Yemen'den Şam'a kadar Arabistan'ın bütün vaziyeti bu şekilde bir mâmûrelik içindeydi ki çok dikkate şayandır.
İşte bu nimete karşı da Sebe'liler nankörlük yaparak:
-Ey Rabbımız, bizim bu seferlerimizin mesafesini uzaklaştır, dediler.
İsrail oğullarının hayır olan yüceyi, aşağı nesneye değişmek istedikleri gibi bunlar da o mâmûriyetten bîzarhk gösterdiler, onların aralarından kalkarak aralarına uzun mesafelerin, sahraların girmesini istediler. Zira belâlarını aradılar. Halis müminlerden ibaret bir bölükten başkası Şeytana uydular, onun ardınca sürüklendiler. Allahü Teâlâ da kendilerini efsânelere, masallara çevirdi ve didik didik darmadağınık etti; Gassan Şam'a katıldı, Emmar Yesrib'e, Cüzam Tihâme'ye, Ezd Umman'a vesaire...
Şüphesiz ki Sebe'lilerin bu kıssasında çok şükredecek her çok sabırlı için elbette alacak delâletler vardır. Çok şükredici olmak için çok sabırlı olmak lâzımdır, işte böyle çok sabırlı olup çok da nimetlere ermek ve çok şükredici olmak şânından olan kimseler için burada mühim ibretler bulunmaktadır. Heva ve heveslerini zabtedip zahmetlere, meşakkatlere tahammül ederek vazife ve ibadetlerine çalışan sabırlı kimseler memleketlerini Allah'ın yardımıyla Cennet gibi imâr eder, nimetlere eserler. Allah'ın pek az olan şükredici kullarından olmak isteyenler de o nimetlerle azmayıp yine sabır ve sebat ile şükrüne başlayarak sabır ehli cihadı içinde bulunurlar..
Hz. Süleyman Beyt'ül Makdis'i yaptırdığı sırada çağırdığı san'atkârlar içinde sanat hilelerine vakıf bir takım Şeytanların kurdukları bir ihtilâl yüzünden bir müddet nüfuzunu yitirmiş yahud tahtından ayrı düşmüş; bu suretle tahtında ya kendisi kuvvetsiz bir cesed hâlinde hükümsüz kalmış, yahud tahtı da işgal olunup ona kırk gün kadar heykel gibi birisi oturtulmuştu. Mason tarihlerinde mason cemiyetlerinin Süleyman aleyhisselâm aleyhine yapılan bu ihtilâl hareketlerini esas kabul ettikleri ve reisinin hatırasına hürmet ettikleri soylenmektedir.
Süleyman aleyhisselâmın mülkünde fitne çıkıp hükümetini kaybettiği zaman insan ve cin şeytanları pek azıtmış, dinsizlikte ileri gitmişti. Bu fitneyi çıkaranlar içinde bir takım hilekâr san'atkârlar da vardı, işte tamamen düşman ve vahiy menbâından uzak olan bu şeytanlar, olan ve olacak hadiseler hakkında kulak hırsızlığı ile bir takım bilgiler edinirler ve bunun birine yüzlerce yalan ve uydurmalar karıştırarak gizli gizli neşriyatta bulunurlardı. Buna vasıta olmak için de kâhinleri seçerler ve onlara telkinler yaparlardı. Bazı haberleri doğru çıktıkça kâhinler bunlara güvenir, bunun yanında binlerce uydurmalar \ da yayarlardı. Derken bu kâhinler bunları topladılar, cin çağırmak ve gönül sinirlemek hakkında türlü türlü sihir ve efsun kitapları yazdılar. Bu arada geçmiş ve gelecek şeyler hakkında haberlere benzer efsâneler, masallar, romanlar, yalanlar, dolanlar neşrettiler. Tarihî hâdise ve hakikatler tahrif olunarak insanların fikirlerini aldatacak yanlış ve eğri yollara sevkedecek hurafeler neşrolunur ve bunlar arasına bâzı ilmî, hikmetli şeyler karıştırılarak suistimal edilirdi. Bu suretle «cinler gaybi biliyor» diye şayi olmuş ve bu şeytanların uydurma ve düzmeleri yüzünden fitne çıkmış, Süleyman aleyhisselâmın hükümeti bir müddet için elinden gitmişti;
Bu fitne olduktan sonra Süleyman aleyhisselâm tevbe ile Allahü Teâlâ'ya sığınıp tekrar tahtına döndü ve şöyle dua etti:
-Ya Rab!. Bana mağfiret buyur, her ne kusur ve hatâ sâdır oldu ise afv ve kereminle ört. Ve bana öyle bir mülk bağışla ki benden kimseye gerekmesin, benim halime münâsip, bana mahsus bir mucize olsun, öyle anlı şanlı bir mülk ver ki ben ona nail olup öldükten sonra «Dünya mülkünün vefası olsaydı Süleyman'a olurdu» denilsin de kimsenin Dünya mülküne hırs ve rağbeti uygun olmasın.
Bu duâsıyla daha ziyâde Dünya mülkü değil, Âhiret mülkünü talep eden Süleyman Aleyhisselâmın bu isteğiyle Allahü Teâlâ onun emrine rüzgârı verdi. O rüzgâr ona bağlı idi ki bir memur gibi onun emriyle tam itaat içerisinde istediği yere akardı. Süleyman aleyhisselâmın emrindeki bu rüzgârın bütün şu rüzgârlar olmayıp hususî bir rüzgâr olduğu ifade edilmiştir. Çünkü diğer rüzgârlar ihtiyaç vakitlerinde umumun menfaati içindir. Yani IIz. Süleyman isterse bütün âlemin rüzgârını tutabilirdi demek değil, havada bir cereyanına tasarruf ctlcbilir ve onunla dilediği yere gidebilirdi. O bir rüzgâr idi ki sabah gidişi bir ay, akşam dönüşü de bir aydı, Şer'an bir günlük yol altı saat olduğuna göre otuz kilometre itibar edilirse gidişi dokuz yüz kilometre, gelişi de dokuz yüz kilometre olarak bin sekiz yüz kilometre mesafe kateder. Burada dünya mülkünün bir rüzgâr gibi gelip geçici olduğuna da bir telmih vardır:
Seyretti heva üzre denir tahtı Süleyman Ol saltanatın yeller eser şimdi yerinde
Allahü Teâlâ, fitnenin menşei olan Şeytanları da Süleyman aleyhisselâmın emrine verdi. Bu Şeytanlar bir takım sanat dehalarına sahip olup üç mertebeye ayrılıyordu. Birinci kısmı her türlü yapıcılık, bina yapma san'atının her çeşidini bilen mimar, usta ve kalfalardı, ikinci kısmı deniz diplerine dalmakta mahir,olan dalgıçlardı. Üçüncü kısmı ise diğer san'atlara vakıf olan insan ve cin şeytanlarını içine almaktaydı. Bunlar şer ve fesadlarına meydan verilmeyecek şekilde birbirlerine zincirlerle çatılı şekilde sıkı bir kayıt ve zabt altına alınmışlardı.
Hz. Süleyman'ın emrine bizim izah edemeyeceğimiz gizli mahlûklar olan Cinlerden de verilmişti. Bu cinler san'at sırlarını bilen san'atkârlardı ki Süleyman aleyhisselâm ne isterse yaparlardı. Çünkü azıcık bir sapma ile yanacak vaziyette ateş kenarında şiddetli bir tazyik içinde çalışıyorlardı. Bunlar Hz. Süleyman'a mihraplar, mescidler, çeşitli nakışlar, çanak şeklinde havuzlar ve gerek topraktan, gerek diğer madenden yerinden kalkmaz, ağır ve sabit çömlekler, tencereler ve kazan gibi yemek pişen kaplar yaparlardı.
Allahü Teâlâ bunlardan başka Süleyman aleyhisselâma ilâhî bir ihsan olan bir san'at ilmiyle erimiş bakır madenini sel gibi akıttı ki bunun Yemen'de vaki olduğu rivayet edilmiştir.
Allahü Teâlâ bu ihsan ve saltanatlarını kendisine bağışladıktan sonra Süleyman aleyhisselâma şöyle buyurdu:
-Bunlar bizim, bahşişimiz, vergimizdir. Artik diledigine kerem et, ihsan et, dilediginden de men et ya Süleyman. Hesap yok. Zira tasarruf sana verilmiştir. Hesabi olmayan bir bahşiştir bu. Dünyada böyle olmakla beraber, şu da muhakkak ki ona huzuru izzetimizde şüphesiz bir yakinlik ve cennette güzel bir merci ve makam vardir.
Süleyman aleyhisselâm emrine verilen bu Şeytanlar ve Cinleri Beyt'ül Makdis'in inşaasinda çaliştiriyor ve onlara bu mukaddes mabedi yaptiriyordu. Allahü Teâlâ da, ömrü tamam olduğu için bu peygamberinin ölümüne hüküm verdi. O Cinlere ve Şeytanlara Hz. Süleyman'in ölümünü sezdiren olmadi. Bir yıl kadar asasina dayali olarak kaldi. Ancak bir güve böcegi yere dayandigi asasini yiyordu. Bu böcegin degnegini yemesi sebebiyle Süleyman aleyhisselâm yere yıkıldığı zaman anlaşıldı ki, Cinler eğer gaybı bilir olsalardi o zilletli azab içinde bekleyip durmazlardi, înşaasına memur olup da bir yilda zahmetle tamamladikları Beyt'ül Makdis'i yapmazlardı.
Süleyman aleyhisselâm mülkünde fitne çikaran Şeytanlar ve Cinleri Allahü Teâlâ'nın yardimiyla mağlûp edip hepsini zapt altında emrine aldıktan sonra, onların meydana getirdiği sihir kitaplarını toplatmış ve tahtının altında bir mahzene gömmüştü. Vefatından bir müddet sonra hakikate âşinâ olan alimler de kalmayınca Şeytanlardan insan suretinde birisi çıkıp: - Ey insanlar!, bilmiş olunuz ki Davud oglu Süleyman peygamber degil bir sihirbazdı; cinleri şeytanları ve rüzgârları hep sihir ile büyülerdi. O neye erdi ise sihir ilmi ile erdi. İnanmazsanız sarayını arayınız, sakladığı kitaplarını bulursunuz, diye ilân etti ve bu kitapların gömülü olduğu yeri gösterdi.
Bunun üzerine orayı açtılar ve hakikaten bir çok kitap çıkardılar. Bunlar sihir ve efsâne kitaplarıydı. Bu vaziyet karşısında «Süleyman sihirbazmış, hükümetini sihir ile idare edermiş» diye şayi oldu. Diğer bazı müfessirlerin rivayetine göre bu kitaplar Hz. Süleyman'ın vefatindan sonra yazılıp gömülmüş ve bir takımlarının üzerine veziri Asaf İbrü Berhiya'nin eseri gibi sahte unvanlar konulmuş, ayni hile ile neşredilmiştir.
Zaten Mısır'dan beri Israil oğulları arasında sihir ve hokkabazlık meşhûl değildi. Fakat bu defa başka bir renk almış; bir taraftan siyasî ve içtimaî entrikalarla Süleyman aleyhisselâmın devleti aleyhinde takip edilmig, diğer taraftan onun dünyayı sihirleyen ilmi diye onun nâmına iftira ile itibar kazandırılmak istenilmiştir. Sonradan İsrail oğulları Süleyman aleyhisselâma bir Peygamber değil, sihirbaz bir hükümdar nazarı ile bakarlarmış. Ve bunun için İsrail oğulları hususiyle hükümetlerini kaybettikten sonra milletler arasında gizli yollarla bu kabil neşriyatı revaçta tutmaktan ve hüner şeklinde sihirbazlık etmekten geri kalmıyorlardı. Ne zaman ki Hatemül enbiya olan Peygamber Efendimiz geldi ve Tevrat'ı söz konusu etti. O zaman dönüp bununla mücadeleye başladılar. «Peygamberlik yolu ile buna karşı koyamayacağız, biz ne yapsak Cibril ona haber veriyor» dediler ve Cibril aleyhisselâma düşman oldular. Tevrat'ı da büsbütün arkalarına atarak sihir ve uydurma yoluna saptılar. Bu şeytanî eserlere uyarak «Süleyman, Muhammed'in dediği gibi Peygamber değildi, sihirbaz bir hükümdardı, sihirlerini mucize gibi gösterirdi» diye iftira ettiler. Bunların iddialarına göre Hz. Süleyman'ın -hâşâ- kâfir olması lâzım geliyordu. Çünkü sinirin bu derecesi küfür olduğunda şüphe yoktur. Halbuki Süleyman aleyhisselâm kâfir değildi. Lâkin otta sihirbaz diyen şeytanlar küfre daldılar ki insanlara sihir öğretiyorlardı, halkı kandırıp sapıtıyorlar ve bunu talim ediyorlardı.
Bu insan ve cin şeytanları sırf kendi uydurmaları olan sihri bir de eski bir medeniyetin beşiği bulunan Babil şehrinde Harut ve Marut ismindeki iki meleğe indirilenleri insanlara, o zamanki İsrail Oğullarına Babillilere ilham yoluyla Allah tarafından bir imtihan ve tecrübe olarak öğrettikleri yaratılış sırlarından bazı garip harikalar, hakikatte sihir değildi, fakat şer ve fesad ehli elinde sihir için kullanılarak küfre öğretiyorlar ve böyle yapmakla kâfir oluyorlardı. Halbuki Harut ve Marut bunu insanlara öğretecekleri zaman «bizim belleteceğimiz şeyler fitneye yönelticidir ve sihir yapılarak kötüye kullanılması küfürdür. Sakın bunları öyle öğrenip ve yapıp da küfre girme» demedikçe ve bu yolda nasihat etmedikçe onları bir kimseye belletmezler, gelişi güzel herkese talim etmezler, suistimalden, küfürden ve sihirden men'ederlerdi. Böylece bazı sırları öğrenen Babil ahalisi bunların şerre de elverişli olduğunu ve suistimalinin küfür olacağını öğrenmişlerdi. O halde bu iki meleke indirilen ve Babil halkına ilham yoluyla öğretilen bu şeyler aslında sihir değildi. Lâkin sihir halinde kullanılabilir ve böyle kullanılması apaçık küfür olurdu. Aslında her ilim muhterem ve büyüklüğü nisbetinde ilmî haysiyetle hayra ve şerre müsaiddir. İlim ne kadar ince ve yüksek olursa şer ve fitne ihtimali de o ölçüde büyük olur. Bundan dolayıdır ki hakkın alâmeti olan hakikî dini, doğru yolu isbat ve kuvvetlendirmek için Allahü Teâlâ tarafından ihsan olunan mucizeler, kerametler, ve sair ilimler, hikmetler, feriler bahane kabul edilerek âlemde ne kadar melanetler ve küfürler yayılmıştır ki bunların hepsi haram ve küfür olan sihir cümlesine dahildir. Bu ise ilmin aslındaki ilmî haysiyeti değil, amelî haysiyetidir, ilim güzel kullanılırsa zehirlerden ilâçlar yapılır, kötüye kullanıldığı takdirde ilâçlardan zehirler husule getirilir. Hattâ bunun için şeriat alimlerinin ekseri şunu istidlal ve istinbat etmişlerdir: Zatînde şer'an haram olan hiç bir ilim yoktur. Hattâ şerrinden korunmak için sihri bilmek bile haram değildir. Ancak yapmak haramdır ve küfürdür. Öğreniminin de bu haysiyetle kayıtlı bulunması, gerekir. Hâsılı sihrin mahiyeti asıl amelî haysiyetlidedir ve sihir bir amelî ilimdir. Bir, şer ve hile sanatıdır. Ve bu amel baza hakikat ilimlerine kayıtlı olabilir ve onların suistimali ile sihir yapılır; meselâ, elektrik bahsi bugün mühim bir ilim ve elektrikçilik mühim bir san'attır. Bunun kötüye kullanılmasından ve şer yollarında tatbik edilmesinden de bir çok sihirler yapılması mümkündür. Lâkin bunun böyle olmasından, elektrik ilminin aslında bir, sihir olması lâzım gelmez, işte Babil'de Harut ve Marut ilhamiyle öğretilen şeyler de buna benzer bir hâdisedir. Bunun için bu öğretilenler esasında melekî bir kıymette oldukları halde tatbik cihetiyle sihre müsait olmuştur. Demek ki sihir sırf şeytanî bir şeydir ve başlıca iki kısımdır. Birisi Şeytanların sırf kendilerinden uydurdukları düzmelerdir. Diğeri de Babil'deki gibi esasında melekî olan bazı ilimler garip san'atların kötüye kullanılmasından hâsıl olmaktadır.
Artık burada melekler sihir öğretirler mi diye bir sual ve cevap ile münakaşaya mahal yoktur. Melek sihir öğretmez, lâkin meleklerin hayır için öğrettikleri hakikatler, küfür ehli ve şeytanlar elinde, şerde kullanılmak için sihirde de kullanılabilir. Nitekim bunu Önce Babil'liler yaptılar. Bunlar bu iki meleğin ilhamı ile keşfedip belledikleri Semavî ve Arzî, ruhanî ve cismânî kuvvetleri ve bunların karıştırılmasından meydana gelen bazı mühim san'atları tabiat ve yıldızlara isnad ederek küfre girdiler. Bu sebeple Gıldanî sihri, tılsımat, kalfatriyat namıyla bir nevi şöhret buldu. Sonra bir takım insan ve cin şeytanları da Süleyman aleyhisselâmın devletine karşı kısmen bunu ve kısmen de kendi uydurdukları düzmeleri takip ve tatbik etmişler ve bu suretle siyasi, içtimaî bir çok fesadlar çevirmişler ve hükümet ve devlet işleri için bu sihirleri bir ilim diye yayıp itibar sağlamak yoluyla küfür icra etmişlerdi. O zamanın halkı olan İsrail oğulları bunları onlardan öğreniyorlardı ve milletler arasında bu yolu takip etmekten geri kalmıyorlardı. Nitekim Hatemül enbiya Efendimizin Peygamber olarak gönderilişi üzerine Kur'ân'ın icazı karşısında Allah'ın kitabı Tevrat'ı tamamen arkalarına atarak büsbütün bu şeytanlara tâbi oldular.
Kitabullahı arkalarına atarak Süleyman aleyhisselâma karşı o şeytanların takip ettikleri şeylere uyan (ehli kitap) Yehudî kavmi, bu kafir şeytanların öğrettiği bu iki nevi sihir kitaplarından koca ile karısının arasını ayıracak şeyler öğrenmişlerdi. Yani bunlar bu yol ile karı ile koca arasını bile ayırabilecek fesadlar çeviriyorlardı. Bunu yapabilecek olan kimselerin sihirlerle cemiyetlerde ne büyük fitneler çıkarabileceğini kıyas ediniz. Karı ile kocasını ayıranlar, bu kadar kuvvetli bir içtimaî bağı kıranlar, bu cemiyetlere neler yapmazlar; komşular, hemşehriler arasında neler yapmazlar; milletin ferdlerini birbirine mi düşürmezler? Hükümet ile halkının arasını mı açmazlar? ihtilâller mi çıkarmazlar? Görülüyor ki sihrin en büyük tesiri ruhlar üzerindedir, fikirleri bozar, kalbleri çeler, ahlâkı berbat, cemiyetleri perişan eder. Bu bakımdan sihrin aslı yoktur diye aldanmamalıdır ve böyle sihirbazlardan sakınmalıdır. Bununla beraber bunları yapanlar Allahü Teâlâ'nın izni olmadıkça kimseye hiç bir zarar yapamazlar. Hakikî tesir ne sihirde, ne sihirbazda, ne tabiatta, ne ruhta, ne gökte, ne yerde, ne şeytanda, ne de melektedir. Hakikî tesir sahibi ancak Allahü Teâlâ'dır. Fayda ve zarar da ancak O'nun izniyle hâsıl olur. O halde her şeyden önce Allah'dan korkmalı ve Allah'ın himayesine girmelidir. Ve bunlara karşı koymak için de Allah'ın Kitabına sarılmalıdır. Allah'ın kitabını arkalarına atan bu sihirbazların her halde malûmdur ki Kitabullahı satıp da sihri alan bir kimsenin elbette âhirette hiç bir nasibi yoktur. Bunun sonu apaçık hüsrandır. Allahü Teâlâ'nın celâli hakkı için, bunların kendilerini sattıkları şey ne kötü şeydir amma bilir olsalardı. Gerçi bunlar sihrin sonu ve sihirbazın âhiretten nasibi olmadığını ve sihre aldananın sonunun apaçık hüsran olduğunu bilirler, fakat bir taraftan bu bilgileri ile amel etmedikleri için hareketleri cahilanedir. Diğer taraftan ahiret nasipsizliğinin dehşetini bilmezler ve sihrin asıl zararı diğerlerinden ziyade yapanlara ait olacağını ve ömürlerini nasıl çirkin bir şeyde geçirdiklerini bilmezler. Allahü Teâlâ'nın rahmetinin genişliğine bakınız ki kendilerine yine şu merhametli nasihati inzal buyurmuştur:
-Bunlar bütün bu kötülükler ile beraber îmân edeler de Allah'dan korkarak bu fenalıklardan sakınsalardı, elbette Allah tarafından verilecek bir sevab bütün o yaptıklarından ziyade haklarında hayır olurdu. Fakat bilir olsalardı.
(Neml, Bakara, Sâd, Ahzâb ve Sebe Sûreleri)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)